“Evde eski günlerden kalma bir fotoğraf var. Hiç unutamayacağım, çok özel bir günde çekilmiş. 96 yazında, Inter’den Madrid’e gelişimin hemen ardından… Daha önce hiç Madrid’e gitmemiştim. 23 yaşındaydım. Uçaktan indikten sonra yaşayacağım evi görmeye falan gitmedim. Avrupa’nın bence en görkemli stadı Santiago Bernabéu’ya da gitmedim. Hayır. Birkaç İspanyol gazeteciyle birlikte kalkıp Kibele Meydanı’na gittim.
Kibele’yi o güne dek sadece fotoğraflarda görmüştüm, ama özel bir yer olduğunu biliyordum. Şehrin merkezinde tanrıça Kibele’nin mermerden yapılmış heykelinden oluşan bir çeşme var. Yanında Banco de Espana ve Palacio de Cibeles gibi muazzam devasa yapılar. O kavşaktan şehrin kalbine gidebilirsiniz; güneye giderken Prado müzesi, kuzeyde Retiro Park; Paseo de la Castellana caddesinden giderseniz de Bernabéu’ya çıkarsınız. Madrid’de herhangi birine sorun, Kibele şehrin en ikonik yerlerinden biri. Ama meydanın Madrid taraftarı için ayrıca bir önemi var. Real Madrid’in ve İspanyol Milli Takımı’nın şampiyonluklarını kutladığı yer işte bu meydan.
Uçaktan iner inmez Kibele’ye gitmek, Rio de Janeiro’ya ilk kez gelip hemen İsa Mesih heykelini görmeye gitmek gibi biraz. Oraya gideceğim için çok heyecanlıydım. İşte tam da o an gazetenin fotoğrafçısı benim bir karemi yakalamış. O resme bakınca Real Madrid’deki çılgın yolculuğumun nasıl başladığını hatırlıyorum. Fotoğrafçının çektiği o resim hala evimde duruyor. Evim hala Madrid’de bu arada, halihazırda Real Madrid’in kurumsal ilişkiler direktörlüğünü yapıyorum.
Tabii şu sıralar çoğu insan gibi ben de işe gidemiyorum. Geçen ay koca bir ay boyunca evden sadece iki kere çıktım, ikisinde de markete. Bütün gün evde kalmak, evden çıkamamak beni deli ediyor. Ama şuan yapılması gerekenin bu olduğunun, evde kalmamız gerektiğinin de farkındayım.
Dışarı çıktığım o iki seferde etrafa bakınıyordum, ama burası benim bildiğim o şehir değildi, tanıyamadım. Madrid’de herhangi bir gün dışarı çıkın, güneşin altında yürüyen yaşlı vatandaşları görürsünüz, çocuklar etrafta koşuşturur; insanlar aileleriyle, arkadaşlarıyla barlarda, restaurantlarda masalarda keyifle oturur. Bu hayatta istediğiniz ne varsa hepsini Madrid sokaklarında bulabilirsiniz: güneş, spor, kültür, gece hayatı, yemek … özellikle yemek! Burası bambaşka bir dünya. Buradaki insanlar hakikaten eğlenmeyi biliyor. Yani hayatın tadını çıkarmayı biliyorlar, anlıyorsunuz ya?
Fakat şimdi hepsi gitti. Sokaklar boş. Caddeler bomboş… Daha önce Madrid’i hiç böyle görmedim.
Virüs beni şahsen etkilemedi. Ailem de ben de sağlıklıyız. Ama hayatını kaybedenlerin aileleri için üzülüyorum. Bazılarını tanıyorum. Haberlerde belki görmüşsünüzdür, geçen ay [mart ayında] Real Madrid’in eski başkanlarından Lorenzo Sanz koronavirüs yüzünden hayatını kaybetti. Lorenzo beni bu kulübe getiren kişiydi. 76 yaşındaydı, koronavirüse yakalandığını duyduğumda iyileşmesi için dua ettim. Ama bir süredir başka hastalıkları olduğunu da biliyordum, nihayetinde virüs onun hayatını kaybetmesine sebep olan şeylerden sadece biriydi.
Lorenzo’nun sırf hatırası bile beni gülümsetmeye yetiyor. Başkan da olsa o her şeyden önce bir taraftardı. Real Madrid için yaşardı. Her zaman takımla birlikteydi, sürekli soyunma odasında yanımıza gelirdi. Mağlubiyetleri ya da beraberlikleri sindirebilelim diye bizi kendi halimize bırakırdı, ama şampiyonlukları kazandığımızda bizi kucaklamaya ilk o gelirdi. Onu insani açıdan çok severdik; iyimserliği için, madridismo için, yaptığı her şey için. Bizim için bir baba gibiydi.
Onunla irtibatı hiç kesmedik, her gün görüşürdük. Bana hep tavsiyeler verirdi. Ne kadar uğraşsam da onu asla Lorenzo Sanz olarak görmedim! Benim için o Başkan’dı, ya da Presi. “Hey Presi, nasıl gidiyor?” derdim onu görünce. Kocaman gülümser ve kucaklardı beni.
Ben Madrid’e geldiğimde Lorenzo 6 aydan biraz daha uzun bir süredir başkandı. Kulüple anlaştıktan sonra her şey çok hızlı olmuştu ama ilk maçımı hiç unutmuyorum. Deportivo de La Coruna deplasmanındaydık ve gol atmıştım. Bir de Bernabeu’da çıktığım ilk maç, onu hiç unutmuyorum. 80,000 kişinin önünde. “Aa … Napıyorum ben burda? Şimdi bi hata yapsam… neler olur!” diye düşünüyordum. Acayip korkutucuydu, ama aynı zamanda hayatımın en güzel duygusuydu.
Bir yerden sonra Real Madrid’de oynamanın getirdiği baskıya alıştım. Ama bazı anlar vardı, bırakın beni, aramızdaki en büyük isimler bile sarsılırdı. Birini anlatıyım. Buraya geldikten yaklaşık iki yıl sonra Şampiyonlar Ligi finalinde Juventus’la oynayacaktık. Real Madrid bugün olduğu gibi o zaman da Şampiyonlar Ligi’ni en çok kazanan kulüptü, ama kupayı 32 yıldır kazanamamıştı. O sezon La Liga’da da epey zorlanmıştık. Juventus’sa üst üste üçüncü kez finaldeydi. Maçın favorisi biz değildik yani.
Finalden önceki gece hiçbirimiz uyuyamadık. Normalde 10 gibi odalara giderdik ama o gece sabaha karşı dörtte hala otelin lobisinde birbirimize hikayeler anlatıp muhabbet ediyorduk. Juventus’tan korkmuyorduk, sadece onlara büyük bir saygı duyuyorduk. Maça başlamak için gergindik. Ama finalde çok iyi mücadele ettik. Juve birçok şans yakaladı, fakat 1-0 biz kazandık. O maçı daha kaliteli bir takım olduğumuzdan değil, motivasyonumuz daha yüksek olduğu için aldık. Kupayı onlardan daha çok istiyorduk.
Sonra Kibele Meydanı’na gittik. Caddeler insan seliydi; taraftarlar beyaz formalarını giymiş, atkılarını takmış, marşlar söyleyip şampiyonluğu kutluyordu. O geceyi asla unutmayacağım. Real Madrid hatıralarımdan birini seçeceksem bu zaferi tek geçerim.
Madrid’de kaldıkça kulübün insanlara ne anlam ifade ettiğini daha iyi anlıyorsun – sadece Madrid için söylemiyorum bunu, İspanya’nın ya da dünyanın herhangi bir yerinde de durum aynı. Nerede oynadığınızın önemi yok, taraftar hep orada. Clasico oynuyormuşuz, sıradan bir maç yapıyormuşuz, hiç fark etmez, Bernabéu tribünleri dolardı. Ben niye bu kulübe gelmeyi istediysem insanlar da o yüzden bu kulübe bağlılar: prestij, o muazzam taraftar topluluğu, Şampiyonlar Ligi’ndeki müthiş başarı. Ve tabii ki dahasını başarıp tarihe bir kez daha geçme şansı.
2000lerin başındaki galacticos dönemi sadece taraftar için unutulmaz değil. Oyuncu olarak o kadronun bir parçası olmak inanılmaz bir şeydi. Soyunma odasında otururken etrafına bir bakıyorsun; biri Ballon d’or kazanmış, diğeri İspanya’da yılın oyuncusu seçilmiş oyuncuları görüyorsun. Kafanı diğer tarafa çeviriyorsun La Liga’nın gol kralı, dünyanın en iyi kalecisi orada. Böyle bir ortamın parçası olmak çok özeldi. Bazen oturup “Nerden nerelere geldin diyordum” kendi kendime. Öyle anlarda kendimle gurur duyuyordum.
Hayatta yarın ne olacağı belli değil. 2000 ve 2002’de Şampiyonlar Ligi kupasını iki kere daha kazandık. Tabii tüm detayları hatırlamam imkansız, Madrid gibi bir kulüpte oynadığınızda sürekli anda kalmanız, o anı yaşamanız gerekiyor; çünkü her şey çok yoğun: yaptığın koşular, kafa vuruşları, müdahaleler, antrenmanlarda olup bitenler, deplasman yolculukları ve tabii oteller. Galibiyetler ve mağlubiyetler… Gerçekten neler başarmış olduğumu ancak Madrid’den ayrıldıktan sonra anladım.
Madrid’deki son maçım 17 Haziran 2007’deydi. Sezonun son maçında Bernabeu’da Mallorca’yla oynuyorduk. Maç öncesi Barcelona’yla aynı puandaydık ve onlar da Gimnastic’le oynayacaklardı. İki takım da maçlarını kazanırsa ikili averajla şampiyon olacağımızı biliyorduk. Ama maçın başlarında 1-0 geriye düştük. Neyse ki ikinci yarı maçı çevirdik ve 3-1 kazandık, şampiyonduk. Muazzam bir zaferdi.
Ama o güne dair en net hatırladığım şey, insanların bana davranışlarıydı. Herkes o maçın benim Madrid’deki jübilem olduğunu biliyordu. David Beckham da takımdan ayrılıyordu. Otelden ayrıldığımız andan stada gidene kadar insanlar bize tezarühatta bulundular, sevgilerini gösterdiler. Sanki doğum günüm kutlanıyormuş gibi. Müthişti. Herkes bize sevgilerini, iyi dileklerini, öpücüklerini yolluyordu. “İyi şanslar!” diyorlardı, “Seni seviyoruz!” diye bağırıyorlardı. “Arayı çok açmayın, bir an önce dönün!”
İşte o an bu kulüp için neler yaptığımı fark ettim. O an, insanların beni ne kadar sevdiğini idrak ettim.
Hayatımın en duygusal günleriydi. O günler aynı zamanda burada yaşayan insanların ne kadar sevgi dolu olduğunu ve hayatlarını nasıl tutkuyla yaşadıklarının da örneği bence. Şu an olup bitene bu kadar içerlememin sebebi de bu. Gerçi ben insanları hayata olumlu bakmaları için teşvik etmek istiyorum. Sadece Madrid’dekileri değil, herkesi.
Ben hayatın karşıma çıkardığı zorlukları hep yüzümdeki gülümsemeyle çözmeye çalıştım, bunu hayat felsefesi olarak seçtim. Siz de şimdi kafanızı yerden kaldırın ve ileriye bakın. Kendinize inanın. Sabredin, olabildiğince sakin kalın. Diğer insanlara da elinizden geldiğince yardımcı olmaya çalışın.
Bakın bu pandemi sırasında güzel şeyler olmaya başladı bile. Artık hepimizin zaafları ve zayıflıkları olan birer insanevladı olduğunu idrak ediyoruz. Ailemizin ne kadar kıymetli olduğunu, arkadaşlarımızın ne kadar önemli olduğunu; birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu anlıyoruz hep beraber. Bir görüntülü konuşma sırasında birbirimize söyleyeceğimiz bir hoş sözün karşımızdaki insanın hayatında ne denli büyük farklılıklar yaratabileceğini görüyoruz.
Bundan sonra artık hep birlikte çalışmayı sürdürmeliyiz. Evlerimizde kalarak hep beraber bu virüse karşı mücadele ortaya koyuyoruz. Bunu niye yapıyoruz? Olabildiğince kısa sürede her şey normale dönsün diye. Birçoğunuz gibi ben de futbolu özledim ve Real Madrid’in şampiyonluk kutlaması için Kibele’ye gelişini özlemle bekliyorum.
Ama şu an tek derdim, insanların rahatça tekrar sokağa çıkabilmesi.
Hep beraber kazanmaya çalıştığımız zafer bu.”
Bu yazı Roberto Carlos tarafından The Players’ Tribune için yazılmıştır. 17 Nisan’da yayımlanan yazının orijinalini buradan okuyabilirsiniz.