İngiliz müzisyen Johnny Marr’ın “A Game for Two Halves: Famous Football Fans Meet Their Heroes” isimli kitap için Pep Guardiola’yla yapmış olduğu röportajı çevirdik. İyi okumalar.
Johnny Marr: Ben buranın havasına alışkınım ama oyuncuların Manchester’da yeterince güneş gördüğünden emin değilim.
Pep Guardiola: Kazanırken sorun yok ama kaybettiğin bir maçtan sonra yağmurlu ve gri bulutlu bir hava hakikaten can sıkıcı olabiliyor.
Johnny: Lige verilen araları nasıl değerlendiriyorsun? Milli maç aralarından memnun musun yoksa takımın momentumunu bozuyor mu?
Pep: Art arda maçlar kazanırken tam da ritim tutturup galibiyet serisi yakalamışken lige verilen aralar gidişatı olumsuz etkiliyor. Zor bir durum; milli maç takvimi hiç bitmiyor. Ama en azından futbolcular için bir ortam değişikliği oluyor; ki bu hava değişiminin onlara iyi geldiğini gözlemliyorum.
Johnny: Oyuncuların gece geç saatlerde dışarda olmalarıyla ilgili ne düşünüyorsun?
Pep: Oyuncularımın mutlu olmasını istiyorum. Ara sıra bir şeyler içmeye çıkmalarında bir sorun yok. Ben sahada olanları, oyuncularımın sahada yaptıklarını değerlendiririm. Saha dışında ne olduğu beni ilgilendirmez, tabii uykusunu yeterince almadığı için profesyonelliğin gereklerini yerine getiremiyorsa bizim için çöp ve o hafta oynamayacak. Yeni sezonda da bizimle olmayacak…
Johnny: Bu bizim meslekte de böyle. En iyiler arasında olmak isteyen ve bunun için kendine ve hayat tarzına çok dikkat eden müzisyenleri sen de biliyorsun.
Pep: Evet, polis değilim ben. Oyuncuların özel hayatı onların özelidir, onları ilgilendirir. Ama para bir kere gelmeye başladı mı gençlerin akılları başka yönlere kaymaya, kafaları karışmaya başlıyor. Bu problem yaratabilir. Yine de çoğu oyuncu bir süre sonra takıma girebilmek için birbirleriyle rekabet etmeleri gerektiğini, yarışmaları gerektiğini anlıyor ve o andan itibaren tamamen futbola odaklanıyorlar…
Johnny: Hazırsan sana bazı sorular hazırladım…
Pep: Tabii ki…
Johnny: Nerede doğdun, ailen ne iş yapıyordu?
Pep: Santpedor’da doğup büyüdüm; Barcelona’nın 70 kilometre ötesinde bir köy. Annem ev hanımıydı, evde bize bakardı. Babam müteahhitti, 8-9 çalışanı olan küçük bir işyeri vardı. Evlerin mutfaklarını falan tamir ediyorlardı. Ortalama bir işçi sınıfı ailesiydik. İki ablam ve bir erkek kardeşim var. Güzel, mutlu bir çocukluk geçirdim.
Johnny: Ailenle aran nasıl, hala görüşüyor musunuz?
Pep: Hepimiz görüşüyoruz, evet. Erkek kardeşimle daha yakınız bu aralar, Londra’da yaşıyor. Bir ablam Barcelona’da, diğeri Katalunya – Tarragona’da. Onları o kadar sık göremiyorum ama bir şey olduğunda her zaman bir arada olacağımızı biliyoruz.
Johnny: Çok temel bir şey soracağım, futbola nasıl başladın?
Pep: Babam Barcelona taraftarıydı. Ben de sürekli sokaklarda top oynardım; o zaman Santpedor’da trafik ışıkları yoktu, çok araba geçmezdi; biz de bütün gün top oynardık. Annem beni sürekli eve çağırmak zorunda kalırdı; “Pep hadi! Gel yemeğini ye!” Yer yine çıkardım, sonra akşam yine bağırırdı annem; “Pep akşam oldu, hadi yemeğe!” Yalnızca uyumak, yemek yemek ve ödevlerimi yapmak için eve girerdim. Onun dışında dışarda top oynuyor olurdum.
Johnny: Çocukken bütün gün dışarda oyun oynamak, tam işçi sınıfı hayatı. Dünyanın her yerinde aynı.
Pep: Evet, geçen yaz Amerika’daydım ve ne zaman daha fakir mahallelere gitsem sokakta top oynayan çocukları görmüştüm. Benim çocuklarım Barcelona gibi büyük ve kalabalık bir şehirde büyüdükleri için hiç sokakta oynayamadı.
Johnny: Çocukluğundaki Santpedor değişti mi?
Pep: Biraz. Artık trafik ışıkları var. Maalesef…
Johnny: Bana da sürekli sorulan bir konuyu konuşmak istiyorum seninle. Mesela insanlar senden bahsederken neredeyse hepsi her zaman senden ‘mükemmeliyetçi’ olarak bahsediyor. Çok mu basite indirgemiş oluruz böyle dersek?
Pep: Evet, çok basit kaçıyor. Ben her zaman daha iyisinin yapılabileceğine inanırım. Daha iyisini, daha fazlasını yapabilirim. Benim düşünce yapım bu. Ama düşünmem gereken bir ailem de var; antrenörlük kariyerimin ilk yıllarında muhtemelen şu an yaptıklarımdan da fazlasını istiyordum. Eskiden rakip analizi için maçtan önce 12 saatimi harcayabilirdim. Artık zaman konusunda çok daha seçiciyim; çok iyi hazırlık yapan bir asistan grubum var, üzerimdeki baskının bir kısmını onlar alıyor. Ama işime aşığım. Yaptığım işi sevdiğim için kendimi nadiren çalışıyormuş gibi hissediyorum. Karşılaşacağımız rakibin görüntülerini keyifle izleyebilirim, bir kahve alıp biraz daha izleyebilirim. Rakiplerin savunma taktiklerini izleyip onları nasıl alt edeceğimize kafa yormayı seviyorum. Bu güzel manzaralı ofiste oturmayı da seviyorum; eve gidip ailemle birlikteyken güzel bir kadeh şarap içmeyi de…
Johnny: Bu bahsettiğin yaş aldıkça kendini daha iyi tanımaktan mı geliyor? Artık enerjini nasıl koruyacağını daha mı iyi biliyorsun?
Pep: Evet. Eskiden daha maç öncesinde oyuncularımı maça hazırlama aşamasına gelmeden yorulmuş oluyordum. Şimdi en önemli hedeflerimden biri anda kalmak, anın içinde akışta olmak. Böylece maça daha özgür bir bilinçle yaklaşabilirim. Bazen oyuncularla toplantıya giderken rakiple ilgili ‘her şeyi de bilmemeyi’ tercih ettiğim oluyor. Sahaya nefes nefese gergin bir şekilde çıkmaktansa daha rahat, daha gevşemiş olabilirim, artık bunu fark ettim. Dediğin gibi bu yaşla geliyor. Neyin gerçekten önemli olduğunu zamanla idrak ediyorsun.
Johnny: Özellikle de büyük bir başarı kazandığınızda. Başardığın şeyi sürdürmeyi istemek çok doğal…
Pep: Nihayetinde o fazladan çalışmayı yaptığında çok da bir şeyin değişmediğini görüyorsun. Onun yerine bir oyuncuyla iki dakika daha konuşup onun o konuda merakını uyandırmayı sağlayabilirsin! Kendini gerçekten çok daha iyi hissettirebilirsin o oyuncuya. Strateji gibi bir şeye saatlerce odaklanmaktan daha verimli olabilir bu. Benim zayıf taraflarımdan biri; her şeyle çok bağlantılı olmamam, ama her sezon biraz daha bir şeylere dahil oluyorum. Bir yandan bu menajer olarak benim için iyi bir şey, oyuncular bana gerçekten ihtiyaç duyduklarında yanlarında oluyorum.
Johnny: Peki ayağın sürekli gaz pedalındaymış gibi hissettiğin oluyor mu?
Pep: Kesinlikle – ama yine de kariyerimin başında kıyasla daha az gibi artık.
Johnny: Daha ziyade arabayı hız sabitleyicide kullanıp artık sadece istediğin zamanlarda agresifleşip tekrar gaza basmak gibi mi?
Pep: Sürekli agresif olmak istemiyorum ama bazen oyuncuların sinirlendiğimi, mutsuz olduğumu, hayal kırıklığına uğradığımı hissetmeleri gerekiyor. Bazen o an ne hissettiğimi anlamalılar; ki en iyi performanslarını ortaya koyabilsinler.
Johnny: Bunun için de kendin olmalısın, gerçek olmalısın.
Pep: Kesinlikle. O an mutluysam mutlu olduğumu görürler. Üzgünsem beni üzgün görürler. Rol yapmıyorum. Zaten oynadığımız oyundan memnun değilsem nasıl mutlu olabilirim? Maçın ertesi gün ben tabii ki burada çalışıyor olacağım ama oyuncularımı kahvaltıda görmek istemiyorum. Kaybettiğimizde o an onlardan hoşlanmıyorum. Senin gaza basmak metaforuna dönecek olursam emekli olana kadar sürekli gaza basmak zorunda kalmak istemiyorum.
Johnny: Yaşlandıkça ben de benzer bir tavır almaya başladım. Manik bir şekilde sürekli gaza basmak istemiyorum ama ayağını gazdan çekince de eski keskinliğini kaybediyorsun.
Pep: Daha seçici olmayı öğrenmek gerekiyor. Vaktini daha verimli geçirmeyi öğrenmen gerekiyor. Aksi takdirde bu dünyada hayatta kalamazsın. Zamana ayak uydurman lazım; mesela oyuncular, futbol hakkında bilgileri arttıkça benden daha fazlasını istiyor. Daha talepkâr oluyorlar.
Johnny: Yıllar boyunca birçok grupta bulundum ve her zaman çok titizimdir. Konser kötü geçtiğinde, iyi bir şov çıkaramadığımızda; birileri her şeyini ortaya koymadığında sinirleniyorum. Benden yeni bir grup oluşturmam istendiğinde de böyleyim: Stüdyoya sabahları ilk giren, geceleri son çıkan olmayı seviyorum. Enerjimin çoğunu o çalışma sürecine harcıyorum ve bir takımda çalışmaktan gerçekten keyif alıyorum.
Benim için bu durumda lider olmak ego ile ilgili değil – aslında bunun ‘psikolojisinden’ zevk alıyorum. Kız arkadaşıyla telefonda konuştuktan sonra gitaristin başının eğik olduğunu fark etmek gibi. Kibar olmak istiyorsun ama şarkıyı da bitirmelisin. Bu yüzden yanına gidip kolunu onun omzuna atıyorsun ve güven verici bir şey söylüyorsun. Tabii ki, dikkate almanız gereken koca bir ekip var: Sen işinin insan yönetimi kısmından hoşlanıyor musun?
Pep: Müzisyenler gibi futbolcular da hala insan! Bazen üzgün olabiliyorlar, çocukları hastalanmış olabiliyor ya da boşanıyor olabiliyorlar. Onların özel hayatlarında ne olduğunu her zaman bilemeyebilirsin. Burada 60-65 insan hep beraber çalışıyor ve tabii ki herkesin problemini ben çözemem. Ama onlar için burada olduğumuzu ve günün 24 saati onların sorunlarını çözmeye çalışacağımızı biliyorlar. Ne mutlu ki beraber çalışmamızın üstünden birkaç yıl geçtikten sonra bile eski bir futbolcumla karşılaştığımda birbirimize sarılıp eski güzel günlerden bahsedebiliyoruz.
Yani bu içinde bulunduğumuz koşullar göz önüne alındığında elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışmakla alakalı. Aranızda kötü bir ilişki varsa, birbirinize sebepsiz yere bağırıyorsanız, birlikte kupa kaldırmaya şampiyon olmaya çalışmanın hiçbir anlamı yok.
Eğer gerçekten bir takımsanız güzel zamanları birlikte kutlar ve zor zamanlarda birbirinize destek olursunuz. İnsanlar ben antrenör olduğum için tüm problemleri benim çözmem gerektiğini düşünüyor ama benim sorunlarımı kim çözecek? Birinin de bana; “Hadi Pep, her şey yolunda. Az kaldı hedefe yaklaşıyoruz, başaracağız.” demesi lazım.
Johnny: Yani senin de desteğe ihtiyacın var?
Pep: Tabii ki! Gazeteciler ben bir çeşit sihirbazmışım ve oyunun bütün sırlarını biliyormuşum gibi davranıyorlar basın toplantılarında. Ama benim de şüphelerim var, benim de korkularım var. Güzel günler ve keyifli anlarım olduğu kadar kötü anlarım, kötü günlerim var. Benim de kötü dönemlerim var…
Johnny: Britanya medyasıyla baş etmek Alman ve İspanyol medyasına göre daha mı kolay?
Pep: Genel hatlarıyla bakarsan aslında aynı. Kazanırsan en iyisi sensin; kaybedersen senden kötüsü yok. Bir maçı kaybettiğimizde sanki adam öldürmüşüz gibi davranılıyor. Hepimize. Yani sadece antrenörlere de değil, futbolcular da aynı muameleyi görüyor. Bu çok saçma bir hal alabiliyor… Ama kıyaslayacak olursak İspanya’da basına ayırmanız gereken zaman buradakinden ve Almanya’dan katbekat fazla. İspanya’da basınla ilişkiler buradakine göre çok daha büyük bir stres kaynağı. İspanya’daki gazeteciler izinleri olmamasına rağmen gizlice antrenmanları da izlemeye çalışıyor; burada muhabirleri sadece basın toplantılarında görüyoruz.
O yüzden burada İngiltere’de çalışmak çok daha rahat. Ama şunu da söyleyeyim dünyanın neresinde olursa olsun gazetecileri etkilemeyi başarırsanız sizden iyisi yok, ama onlarla aranızdaki bağı kaybederseniz ya da sizden hoşlanmazlarsa takımdan gönderilmeniz gerekir.
Johnny: İnanılmaz.
Pep: Evet, ama buna başka bir açıdan da bakılabilir. Yazar bir arkadaşım şöyle demişti; ‘Kitabımın görmezden gelinmesindense eleştiri almasını, analiz edilmesini hatta tartışılmasını tercih ederim.’ Mantıklı çünkü ben de ne yaptığıma kimsenin önem vermediği, işime kimsenin dikkat etmediği zaman bu işi yapmaktan o kadar da hoşlanmam. Eğer basın çalıştırdığım takım hakkında sürekli haber yapıyorsa stat da dolu olacaktır. Hem her şey güzel olsun hem de kimse karışmasın diyemezsin. İnanılmaz bir eser ortaya koyan ama bu eserini kimsenin görmediği bir ressam gibi olmak istemem. Bence sen de kimsenin duymadığı kimsenin dinlemediği şarkılar yazmak istemezsin. Duvara toslayacak gibi olduğumuzda ne kadar şanslı olduğumuzu kendimize hatırlatmamız gerektiğini düşünüyorum. Hiçbir şey ‘o kadar da kötü’ değil aslında. Hem bu sadece futbol. Her şey bakış açınıza bağlı. Algı mühimdir…
Johnny: İnsanların senin işlerine, eserlerine ulaşmasıyla ilgili dediklerini anlayabiliyorum, ama iş bazen başka noktalara gidebiliyor. İnsanlar bazen gerçekten takıntılı hale gelebiliyor… The Smiths’ten ayrılalı 30 yıl oldu ve o zamandan beri bir ton grupta çaldım ve fakat bana hala hala aynı soru soruluyor; The Smiths ne zaman bir araya gelecek? Kibar olmaya çalışıyorum, aklıma gelen her tür cevabı verdim, hiçbir zaman da çok sinirlenmedim ama sonunda artık ‘Googlelayıver’ deme noktasına geldim.
Pep: ‘Googlelayıver!’ İyiymiş, sevdim bunu.
Johnny: Başka ne denir bilmiyorum. Tabii ki senin dediğin gibi unutulmak ya da görmezden gelinmek istemiyorum ama yine de şuan hala güzel işler yaparken otuz küsur yıl içinde çaldığım grupla ilgili soru duymak istemiyorum. Neticede hep aynı noktaya geliyorum; çalışıyor olmak güzel. Daha da güzeli sevdiğin işi yapıyor olmak. Herkes senin futbola aşık olduğunu biliyor…
Pep: Doğru, ben gerçekten futbola aşığım.
Johnny: Bu röportaj için seninle buluşacağımı öğrenmemden önce de sana sormak istediğim -kendi işimle de bağlantılı- bir şey vardı. Bazen mesela bir film için müzik yaptığımda onu olabilecek en mükemmel hale getirmek için çok disiplinli bir şekilde, hakikaten çok çalışıyorum; çünkü o müzik üzerine aktörlerin konuşacağını biliyorum. City’nin 3-0 ya da 3-1 önde olduğu bir maçı statta izlerken senin hala gergin ya da mutsuz olduğunu görüyorum ve oyunun her zaman olabileceğinin en iyisi, en mükemmeli olmasını mı istiyor acaba diye merak ediyorum. Büyük ihtimalle oyun senin istediğin ritimde akmadığı için sinirlisindir diye tahmin ediyorum – bu arada ritim sözcüğünü ne kadar çok kullandığının farkındayım, ki futbol dünyasında çok kullanılan bir kelime değil. Şimdi soruma gelecek olursak: kazanıyor olsanız bile takım istediğin gibi oynamıyorsa sinirleniyor musun?
Pep: Bazen bazı maçlarda 4-1 ya da 4-2 önde olsak da maçı kaybedebileceğimizden korkuyorum. Ben oyuncularımdan skordan bağımsız olarak sahaya ve oyuna odaklanmalarını bekliyorum. Skor ne olursa olsun hala yapacak işimiz olduğunu hissetmeleri gerekiyor. Büyük hareketler ya da devasa performanslar beklemiyorum ama basit, çok basit şeyleri yapmayı bıraktıklarında gerçekten çok sinirleniyorum. Yani topu iki metre yanındaki arkadaşına vermek varken kaybedince gerçekten sinirleniyorum.
Senin stüdyo için dediğin gibi sahada da kimsenin söylemesine gerek kalmadan hepimizin yapabileceğinin en iyisini yapması gerekiyor. Bu bizim işimiz, bizim işimiz bu. Taraftarlar bilet alıp maça gelebilmek için çok çaba sarf ediyor. Çalıştırdığım tüm takımlarla ilgili bir sürü güzel ve birçok kötü şey söyleyen olabilir; ama kimseden asla şunu duymak istemem: “Pep’in oyuncuları koşmuyor, Pep’in oyuncuları sahada mücadele etmiyor”. Sahada savaşmak, oyun için mücadele etmek ve bundan asla vazgeçmemek bence en iyi yol. Başka türlü düşünsem bu işi bırakıp emekli olurdum.
Johnny: Sadece gol yemeden kazanmak değil o zaman mesele, sahadaki oyuncuların inançlı olmasını ve güzel oynamasını da istiyorsun.
Pep: Tabii. Bir planımız var. O plan işlediğinde hissettiğiniz hissi tarif edemem. Biz antrenörler, o hissi yaşamak için bu işi yapıyoruz. Planınız işlemezse niye işlerin yolunda gitmediğini biliyoruz ve demek ki planımızı değiştirmemiz gerekiyor. Biraz bekleyeyim diyemezsiniz, birazı bile çok geç olabilir. Bazen maç sırasında ya da devre arasında da değişikliğe gitmeniz gerekebilir. Basketboldaki gibi mola alamayız, o yüzden baskı çok daha yoğun hissediliyor.
Johnny: Bir süre önce seninle ilgili bir kitap okuyordum, orada ‘ilham gelme anı’ndan bahsediyordun. Çok kısa bir an… Benim için müzisyen olmanın en iyi yanı da o saf ilham anı. İlhamın geldiği o an… Ben o anlar için yaşıyorum. Müzisyen bir abim hoşça kal demek yerine ‘ilhamla kalın’ derdi. Bence iyi bir veda şekli çünkü her şey ilhamla gelir. Çok çalışabilirim, saatlerce çalışabilirim ama her zaman ilhamı bulamam. Kendini açman, o ana hazır olman lazım; çünkü ilhamın ne zaman geleceği belli olmaz.
Pep: Senin şarkı yazma sürecini ya da nasıl beste yaptığını bilmiyorum ama yaratıcılık her zaman orada seni bekliyor. Çocuklarıma sevdikleri ve yaratıcılıklarını ortaya koyabilecekleri işler yapmalarını öğütlüyorum. Sen ve ben bu açıdan şanslıyız. Futbol sahasında oyuncularımın ne kadar yaratıcı olabildiklerini gördüğüm anlarda aklım gidiyor.
Johnny: Picasso’nun bir sözü var, biliyor musun? “İlham gelir ama –“
Pep: “… seni çalışırken bulması gerekir.” Evet.
Johnny: Klasik rock’n roll şarkılarının nasıl yazıldığına dair bir sürü hikaye var. Süpermarkette ya da arabadayken mükemmel bir şekilde oluşturulmuş o şarkıyı duyduklarını söylerler. Saçmalık.
Pep: Kesinlikle.
Johnny: Senin tonlarca maç videosu izlemek zorunda olman gibi, o ilham anının gelmesi için benim de her gün stüdyoda olmam gerekiyor. Bazen üretim sürecine takılıp kalıyorum, ama sadece inatçılıktan, gururdan veya korkudan sebat ediyorum ama ezgi hala doğru olmayabiliyor. Ama pes edersem daha kötü hissederim.
Pep: Kesinlikle. Pes edemezsin. Kendini hep daha fazlası için zorlaman lazım… İşinde üstün olan herkes bir makinedir. Bu insanlar her gün çalışıyor. İşlerinin ne olduğu önemli değil – bir müzisyen ya da bir Apple çalışanı – yetenekli, parlak erkek ve kadınların hepsinin çılgın bir iş ahlakı var. Bunu yapmadan o seviyeye ulaşmak imkansız. İlham yeterli değil. O zaman sevdiğin bir şey yapmak için çalışmalısın. Çalışmazsan … sonunda büyük bir başarısızlıktan başka bir şey ortaya çıkmaz.
Johnny: Mükemmeliyet, ilham ve iş etiği hakkında konuştuk ama batıl inançların var mı?
Pep: Biraz. Eskiden gerçekten batıl inançlıydım. Maçtan önce her zaman en son karım ve kızımla konuşurdum. Mesela bu yüzden çok uzun zaman takım elbise giymek zorunda kaldım. Ama artık o kadar değil.
Johnny: Oyuncuyken şimdikine göre daha mı batıl inançlıydın?
Pep: Aynı sayılır. Ben aslında gerçekten, gerçekten, takıntılı biri değilim. Batıl inançlar bana maç kazandırmaz. Çalışmak zorundayım ve kazanmamız oyunculara bağlı, belli bir ceketi giymiş olmama değil. Rutinler ve ritüeller benim için daha önemli. Ama şunu da söyleyeyim az ya da çok batıl inançları olmayan bir antrenör bulmanız imkansız.
Johnny: Kendini halen yeni şeyler öğreniyormuş gibi hissediyor musun?
Pep: Elbette; Bu yüzden Barcelona’dan Almanya’ya taşındım ve şimdi buradayım. Esasen bu kendim için bir test. 2008 ve 2012 yılları arasında Messi ve Neymarlı bir takımda kendi şehrimin, taraftarı olduğum kulübü yönetiyordum, neden ayrılayım ki? Orada her şeyim vardı. 2008-09 ve 2010-11’de iki Şampiyonlar Ligi kazandım. Şimdiye kadarki en iyisiydi.
Johnny: Messi’yle çalışmak nasıldı?
Pep: Leo en üstteydi, zirvedeydi. Ondan nasıl rekabetçi biri olunacağı hakkında çok şey öğrendim. Tekrar tekrar kazanma arzusu. Bu onun kişiliğinin bir parçası. O inanılmaz bir sporcu. Tüm zamanların en iyisi.
Johnny: 2013’te Barcelona’dan ayrıldıktan sonraki yılı New York’ta geçirmiştin. Oradayken neler yaptın?
Pep: O yıl Barcelona’da kalmam çılgınlık olurdu. Ortadan kaybolmam gerekiyordu. Gidilebilecek yerler arasında sıkılmayacağımız en iyi yerin New York olacağını düşündüm ve oraya gittik. Çocuklarım okul değiştirebilecek yaştaydılar ve o zamanlar tek kelime İngilizce bilmiyorlardı. İnanılmaz bir zaman geçirdik. Bir iki ay sonra Bayern Münih’le sözleşme imzaladım ve sabahları bir öğretmenle üç saat Almanca derslerine başladım, öğleden sonra da ödevlerini yaptım. Restoranlar, tiyatrolar, Madison Square Garden… Eşim de müzeleri sever.
Johnny: O sene zaman hızlı geçmiştir?
Pep: Çok hızlı geçti! 2018 yazında, yardımcı antrenörüm Domènec Torrent, kardeş kulübümüz New York City FC’nin başına geçmek için City’den ayrıldı. Karım benim de neden New York’a gitmek istemediğimi sordu! Belki de City’den ayrılma vaktim geldiğinde başkanımızı beni oraya göndermesi için ikna etmeye çalışırım. Gerçi çok stresli bir şehir olduğu için orada uzun süre yaşayabileceğimi sanmıyorum ama orayı çok seviyorum.
Johnny: Oradayken Woody Allen’la tanışmıştın değil mi?
Pep: O sıralarda bir arkadaşım onun filmlerinin yapımcılığını yapıyordu, bir şekilde tanıştık ve New York Knicks’i ne kadar sevdiğimiz hakkında falan konuştuk.
Johnny: Sergio Leone’u ve Once Upon a Time in America gibi filmleri sever misiniz? Benim en sevdiğim filmlerden biri.
Pep: Elbette. Filmleri çok seviyorum; kola ile sinemaya gitmeyi ve orada insanlarla karanlıkta oturup film izlemeyi seviyorum. New York’ta pek çok farklı insanla tanıştık, sadece Woody Allen değil, aynı zamanda [satranç ustası] Garry Kasparov ve bazı Knicks oyuncularıyla da tanıştım. Ben de birkaç Knicks antrenmanına gittim. Avrupa’da muhtemelen yapamayacağımız birçok şeyi yaptık çünkü futbol her yerde ve Avrupa’da bir yere gittiğinizde tanınmamanız mümkün değil. New York’ta kendim olmalıydım. Futbolcu Pep, antrenör Guardiola değil. Yine de bir restoranda bazı Güney Amerikalılar beni tanıdı ama insanların çoğu umursamadı.
Johnny: Kızımı ilk kez on iki, on üç yaşındayken New York’a götürdüğümü hatırlıyorum. Çok heyecanlanmıştı.
Pep: Evet, bizimkiler de dört günlüğüne bile olsa New York’a gitmeyi çok seviyor.
Johnny: Kasparov’dan bahsettin. Onunla nasıl tanıştınız?
Pep: Ortak bir arkadaşımız var. Daha doğrusu, bir arkadaşın arkadaşının arkadaşı. Büyüleyiciydi… O satranç ustalarının yukarıda olduğunun farkındasın. Onlar başka bir seviyede. Akşam yemeği yiyorduk ve ona bu dönemin en iyi genç satranç oyuncularından birini yenebilir mi diye sordum. Salata yiyordu, bana bakmıyordu bile. Hemen cevap vermedi. Sonra net bir şekilde; “Mümkün değil,” dedi.
Neden diye sordum. Onun çok daha fazla deneyime, belki daha fazla beceriye sahip olduğunu hatırlattım. Kafasını salladı. Mümkün değil. Neden? ‘Çünkü artık dört saat boyunca tek bir şeye odaklanamıyorum. Yarım saat sonra, Rusya’daki siyasi durum gibi başka bir şey düşünmeye başlayacağım. Beni yenecek o genç adam değil, zaman.’
O her şeyi zamanla ve yaşlandıkça zamanla olan ilişkinin nasıl değiştiğiyle yorumluyor. İnsanlar neden Barcelona’dan ayrıldığımı soruyor. Her şeyi kazandığım ya da belirli bir olay beni tetiklediği için ayrılmadım. Sadece bir zaman meselesiydi. Otuz yedi yaşındayken o takımı yönetmeye başladım ve ayrıldığımda kırk bir yaşındaydım. Artık aynı kişi değildim.
Johnny: Kasparov hala satranç oynuyor mu?
Pep: Profesyonel olarak değil, hayır. Bazen gösteri maçlarında ya da daha gündelik olaylarda oynuyor. Gençlerin ne kadar hızlı olduğunu fark etti. Bundan kaçamazsınız, görmezden gelmeniz mümkün değil! Ama beyni hala inanılmaz. Onunla kalabalık bir restorandayken herkesin ne hakkında konuştuğunu çok çabuk duyup anladığını fark ettim. Doğuştan gelen muazzam bir zekası olduğuna şüphe yok.
Johnny: Daha önce oyuncularınla olan ilişkin hakkında konuşuyordun. Raheem Sterling, rakip taraftarların ırkçı tacizinden ve sağcı basın tarafından hedef alınmaya başlamasından sonra senden tavsiye istedi mi?
Pep: Hayır, istemedi. O bir yetişkin. Mesele şu ki, bu tür yaklaşımlara karşı asla güvende değiliz. Hiçbir zaman. Medyanın çok fazla gücü var. Politikacılar gibi basının da insanların ne düşündüğünü manipüle etme gücü çok yüksek. Mesele ister ırkçılık, ister Akdeniz’deki mültecilerin başına gelenler olsun. İnsanlar çok aktif olmalı. Her zaman. Maalesef insan çok kolay unutuyor. Ne zaman bir şey olsa tepki göstermeliyiz. Her zaman. Bir makine gibi. Tepki ver, tepki ver; tekrar tekrar, bir daha.
Raheem toplumda fark yaratma gücüne sahip çünkü o kamuya mal olmuş biri ve ülkesi için önemli olduğu kadar aynı zamanda büyük bir kulüpte futbol oynuyor. Yeni nesle asla güvende olmadığımızın hatırlatılması çok önemli. Irkçılık her zaman var. Langırt masasındaki kolları sürekli itip çekmek gibi. Baskıyı sürdürmek zorundayız. Başka türlü bu tarz insani sorunları ortadan kaldıramayız.
İnsanlar bu sorunları çözdüğümüze inanıyor. Hayır. ‘The Wave’ diye bir Alman filmi var, gördün mü? Onu izlemelisin. Geçmişte yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkarak bugün hala neden güvende olmadığımızı çok iyi anlatan harika bir film [editörün notu: film, 1967’de Kaliforniya’da bir lise öğretmeninin öğrencilerinin faşizmi anlamalarına yardımcı olmaya çalıştığı kötü şöhretli bir deneye dayanıyor. Nazilerin iktidara geldiği koşulların lise öğretmeni tarafından yeniden yaratılmasıyla ortaya çıkan tüyler ürpertici sonuçları gösteren bir film]. Öğrenciler öğretilere ve o manipülasyona çok seri şekilde reaksiyon verir ve kimin farklı ve kimin aynı olduğunu göstermeye başlar.
The Wave (Dalga) bana dokundu çünkü faşizmin Almanya’da bir daha asla olmayacağını düşünmek çok kolay. Veya İspanya’da. Ama şu anda Avrupa’da olanlara bakın. İtalya’da, İngiltere’de. Popülist siyaset hemen hemen her yerde yükselişte.
Mesela benim ülkemde Katalonya’da olanlara bakın. Bu yüzden sarı kurdele takıyordum. Seçilmiş politikacılarımız 2017’de referandumda oy istediler diye sürgün edildi ya da hapse atıldı. Anayasaya aykırı davrandılar ama halk oy kullanmak için bir şans istedi. Duyulmak için.
Proactiva Open Arms [denizdeki mültecileri arama ve kurtarma ile uğraşan bir İspanyol STK] için çalışan ve çok iyi bir arkadaşım olan Òscar Camps’a kızım her zaman yardım ediyor ve elimden geldiğince ben de onlara katılmaya çalışıyorum. Bana yaşananları anlattılar: İtalya, hiçbir mülteci teknesinin karaya çıkmasına izin vermiyor ve bu yüzden insanlar ölüyor. Bu insanlar istedikleri için evlerini terk etmiyorlar. Bu bir seçim değil. Başka çareleri olmadığı için gidiyorlar. Ülkeleri savaşta ya da çocuklarını besleyecek yiyecek bulamıyorlar. Kaybedecek bir şeyleri yok.
Bunun büyük bir sorun olduğunun farkındayım. Suriye’deki veya Ürdün’deki veya herhangi bir yerdeki problemleri çözülmesi gerekiyor. Afrika’daki herkesin Avrupa’ya gelemeyeceği ortada. Zaten çözüm bu değil. Afrika’yı daha iyi ve daha yaşanılası bir haline getirmeliyiz.
Ama Raheem’in yaptıklarına geri dönersek… Konuşmakla iyi etti ama zaten başka seçeneği de yoktu. Tekrar söyleyeceğim: Bu şeylerin olmasına izin veremeyiz. Futbol sahalarında ırkçılık. Gazetelerde ırkçılık. Sosyal medyada ırkçılık. Ve daha yaygın olarak, popülist siyasetin yükselişini kabul edemeyiz.
Johnny: Irkçılık burada Almanya veya İspanya’dakinden daha mı kötü?
Pep: Oldukça benzer. Yeni kültürleri deneyimlemek ve farklı geçmişlere sahip farklı insanlarla tanışmak için seyahat etmeye devam etmemin bir nedeni de bu. İngiltere’de olmak, sizin ülkenizin sizin kültürünüzün realitesini öğrenmek benim için önemli. İngiltere’den ayrıldığımda gelip ziyaret edebileceğim arkadaşlarım olduğunu biliyorum…
Johnny: Manchester’a gelmeden önce George Best’i biliyor muydun?
Pep: Hayır, ama Mike Summerbee, George Best’ten bahsettiğinde hep ağlamaya başlar. Bir City efsanesi, bir United efsanesi…
Johnny: İkisi birlikte işlettiği bir dükkânları vardı… Ama 70’lerde büyüyen benim gibi bir çocuk için esas kim çok havalıydı biliyor musun? Brian Kidd. Tam bir sokak çocuğuydu. Mükemmel bir sekiz numaraydı. Çok gol attı.
Pep: Kulüpteki geçmişini düşününce şimdi [yardımcı koç olarak] onunla birlikte çalışmak harika.
[kapı çalınır]
Pep: Geliyorum!.. Seninle sohbet etmek büyük zevkti. Teşekkür ederim.
Johnny: Ben teşekkür ederim.