Her büyük Şampiyonlar Ligi maçından önce bir ritüelim vardır. İster evde, ister yolda olalım takım ile birlikte otelde yemek yerim ve bir takım arkadaşımla kahve içerim (genellikle Marcel Schmelzer ile). Sonra odama gider ve bir müzik açarım. Yatağa yatar ve gözlerimi kapatırım. Yalnızca .. nefes alırım. Kalbim, atmaktan yerinden çıkacakmış gibi hissederim ve maçı, gitmesini istediğim şekilde hayal ederim. Yalnızca birkaç dakika, fakat buna ihtiyacım var. Karımı, iyi olduğundan emin olmak için ararım. Ardından telefonu kapatır ve takım otobüsüne gitmek için hazırlanırım.
Monaco ile Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde karşılaşmamız gereken 11 Nisan 2017 günü, bunların hepsini yaptım.
Otelden Westfalenstadion’a gitmek yalnızca birkaç dakika sürer. Her kiminle oturuyorsanız kısa bir muhabbet için zamanınız vardır. Ben Marcel ile oturuyordum ve hareket ettiğimizden hemen sonra benden, yanımda bulunan raftan bir su vermemi rica etti. Tam rafa uzanmıştım ki.. BAM! Patlama, camımızı patlatmıştı.
Ardından her şey ağır çekimde ilerlemeye başladı. Ne olup bittiği hakkında bir fikrim yoktu. Sanki .. donmuş gibiydim. Fakat beynim yarış içerisindeydi. İki saniye içerisindeki hayatımın tamamı gözlerimin önünden geçti. Ölümü düşündüm, ama yaşamı da düşünüyordum. Ve ailemi düşündüm. 5 yaşındaki oğlumu, 1 yaşındaki kızımı ve karımı düşündüm. Benimle oradaymışlar gibi hissettim.
Ardından kendime geldim ve nerede olduğumun farkına vardım. Etrafımda döndüm ve takım arkadaşım Marc Bartra’yı gördüm. Kolu kanıyordu.. Kötüydü.. Ona baktım ve gözlerini gördüm. Gözlerini asla unutmayacağım. Siyah ve korku doluydular. Arkasında, ayağa kalkan diğer takım arkadaşlarımı gördüm, ama “Yere yatın! Yere yatın! Pencerelerden uzak durun!” diye bağırabildiğim kadar yüksek sesle bağırdım. Ne olduğundan ya da olan şeyin bitip bitmediğinden emin değildim. Otobüs şoförüne “Durma! Lütfen, lütfen, lütfen durma! Sürmeye devam et! Hareket etmek zorundayız!” diye bağırdım.
Belki birilerinin otobüse binip.. hepimizi öldürebileceğini düşündüm.
Biz toparlanana kadar ve birilerinin dışarıda olup olmadığını görene kadar otobüs birkaç metre daha ilerledi. Kulaklarım çınlıyordu, ama iyiydim. Hayattaydım. Telefonumu açtım, karımı ve annemi aradım. Onlara iyi olduğumu, fakat tam olarak ne olduğunu bilmediğimi söyledim. Telefonu kapattım, etrafa bakım ve herkes hala.. Kimse ne hareket ediyordu ne de konuşuyordu. Otobüsten indiğimde otobüse bakmadım. Yalnızca ondan uzak olmak istedim.
Birkaç dakika sonra biri bana bir telefon getirdi. Bartra’nın karısıydı. Takımda Bartra’dan başka İspanyolca konuşabilen tek kişiydim ve ona neler olup bittiğini anlatmak zorundayım, en azından denemek zorundaydım. Ona, Bartra’nın hastane yolunda olduğunu ve ne kadar ciddi yaralandığını bilmediğimizi söyledim. Ağlama sesini duyuyordum. Yaşadığım sürece o sesi unutmayacağım. Asla. O an onun hissettiklerini en kötü düşmanımın bile hissetmesini istemezdim.
Otobüsten indiğimizde ağlamadım. Şoktaydım, yalnızca nefes almaya çalışıyordum.
Otele yürüdük ardından sessizlik içerisinde arabam ile eve doğru yola çıktım. Radyo kapalıydı, müzik yoktu.. Yalnızca cam açıktı ve arabamın sesi geliyordu. Otobüsten indiğim ve eve geri geldiğim süre içerisindeki bu çile bir saat kadar sürdü. Arabamı yolda park ettim, kaldırıma doğru birkaç adım attım, kapıda duran karımı ve çocuklarımı gördüm. Durdum, birkaç saniye onlara baktım. Ve ardından ağlamaya başladım. Daha önce hiç ağlamadığım gibi ağladım. Kızıma sarıldım. Suratına doğru baktım ve ‘Çok şanlıyım, çok şanlıyım, çok şanlıyım.’ diye düşündüm.
Sonra benim kadar şanslı olmayan Bartra’yı düşündüm. Aynı gece Marcel ve diğer bir takım arkadaşım Gonzalo Castro ile birlikte hastaneye, Bartra’yı görmeye gittik. Çok kötü bir şekilde yaralanmıştı fakat iyiydi. Hayattaydı. Önemli olan da buydu.
O gece oradayken bekleme odasındaki televizyonda ne olup bittiğini gördük. Takım otobüsümüzün dışında 3 bomba patlamıştı. Bombayı patlatanlar yolun kenarındaki çitlerin arkasında saklanıyormuş. Gerçekten bunu sindirememiştim. Sindirmek de istemedim. Ve sonra televizyonda hayatımda unutmayacağım bir şey gördüm. Taraftarlarımız, maçın ertelenmesiyle Dortmund’da mahsur kalan Monaco taraflarını evlerinde misafir ediyorlardı. İşte bu tür destekçilerimiz vardı. Onlar, gün içinde olan şeyin futboldan büyük olduğunu biliyorlardı.
Dortmund taraftarı böyle olur. Biliyorum, çünkü ben de hayatım boyunca onlardan biriydim.
Deplasmana gelen Monaco taraftarlarını bu gece evlerinde ağırlayacak olan Dortmundlular #BedForAwayFans etiketliyle kampanya başlattı. pic.twitter.com/FoB7P15wMX
— Futbol Akademi (@Futbol_Akademi) April 11, 2017
Ben bir futbol delisiyim. Hagi’nin 1994 Dünya Kupası’nda attığı o golü gördükten sonra bağlandım. Meinerzhagen, Almanya’daki evimizde, kardeşim Ufuk ile paylaştığım ranzanın alt katındaydım. İkimiz de top kaleye girdikten sonra çığlık attık. Birkaç hafta önce babamıza, turnuva için odamıza bir televizyon koyması için yalvardık. Romario ve Bebeto’nun Brezilya için delice koştuğunu hatırlıyorum. Güzeldi. O an anladım: bu benim sporumdu.
Büyüdüğünüzde ya Dortmund taraftarısınızdır, ya da Schalke. Çünkü iki takım da kaldığımız kasabaya çok yakın bir yerde oynuyordu. Ve her gün Tanrı’ya şükrediyorum ki, 7 yaşımdayken Dortmund kapımızı çaldı ve onların genç takımında oynayabilip oynayamayacağımı sordu. Aynı yıl Dortmund Bundesliga’yı şampiyon olarak tamamladı ve ben takıma aşık oldum.
Tek istediğim, sarı ve siyah giymekti.
12 yaşımdayken, evimden 45 dakika uzaklıktaki Dortmund’a, Dortmund Akademi’sinde oynamak için gittim. Takımın, genç oyuncuları bazı maçlarda top toplayıcı olarak kullanmak gibi özel bir geleneği vardı. Ve yalnızca orada iki yıl geçirdikten sonra takım beni bu geleneğin bir parçası olmam için seçtiler. Fakat beni seçtikleri maç sıradan bir maç değildi. Dortmund, Real Madrid ile Şampiyonlar Ligi’nde karşılaşacaktı. Madrid, bir önceki yıl Şampiyonlar Ligi’ni kazanmıştı ve onlar Figo’lu, Zidane’lı, Ronaldo’lu, Casillas’lı, Roberto Carlos’lu Galacticos’lardı. Tüm bu büyük isimlerin hepsi bizim stadımızda olacaktı.
O gece Real Madrid’in giydiği güzel, beyaz formaları hatırlıyorum. Hayranlık vericiydiler. Ve hayranlık verici bir de futbol oynadılar. İkinci yarıda bazen, ‘bir gün Dortmund için oynayacağım, ama ne pahasına olursa olsun Real Madrid için de oynayacağım’ diye düşündüm.
Dortmund, maç sonunda birilerinin sahaya girmesine izin vermezdi, özellikle de top toplayıcıların. Ama o gece umursamadım. Arkadaşıma döndüm ve dedim ki: “Maç bittiğinde içeri gireceğim. O formayı birinin üzerinde görmeliyim. Onu parmaklarımın arasında hissetmeliyim. Ronaldo’yla tanışmalıyım.” Ve yaptım da. Harikaydı. Ve kendime söz verdim, saha kenarında yaşadığım bu hissi daima hatırlayacaktım.
İki yıl sonra Dortmund formasıyla ilk Bundesliga maçıma çıktım. 16 yaşındayım ve Bundesliga tarihindeki en genç oyuncu olmuştum. Evimizde oynadığım ilk maç en büyük rakibimize karşı, Schalke’yleydi. Westfalenstadion ‘da maç seyretmek heyecan vericidir, fakat Schalke ile oynuyorsanız bu heyecan vericiliğin ötesindedir. Büyük ölçüde Sarı Duvar sayesinde. Açıklamama izin verin. Südtribüne’de (Güney Tribünü), 25.000’den fazla insan bulunur. Çok diktir ve baştan aşağı sarı giyinen taraftarlar ile doludur. Bir Dortmund maçına gidin, anlayacaksınız. Yalnızca görmeniz gerek. O benim için Mona Lisa gibi bir şey, bir sanat eseri.
O gün, sahaya ilk adım attığımda Sarı Duvar gördüğüm ilk şeydi. Şu an dahi, sahaya girdiğimde gördüğüm ilk şey. Sahadan gördüğünüz açı ile tribünün nerede bittiğini bile göremezsiniz. O sadece .. sarıdır.. Gözünüz görebildiğince.
Spordaki en iyi manzaradır.
Schalke karşısında maçı kazanamamıştık. Fakat bu benim için önemli değildi. Ben hayalimi yaşamıştım. Sarı Duvar’ın önünde Dortmund için oynamıştım. Dortmund’da 6 yıl daha kaldım ve Dortmund ruhuma işlemişti. Her yıl, kulübe daha önce olduğumdan daha bağlı hissediyorum. Karım ve ben, benim için bir şehirden fazla ‘ev’ olan bir yerde yaşayacağımız için heyecanlı ve mutluyduk.
Ardından 2011 yılında Bundesliga’yı şampiyon tamamladık, menajerimden bir mesaj aldım:
“Hey, Nuri! Madrid seni istiyor.”
Bu şekilde gerçekleşmesi biraz komikti. Bir mesaj üzerinden. Çocukken düşlediğiniz gibi değildi.
Daha önce adımın transfer dedikodularında geçtiğini duymuştum fakat asla Real Madrid ile duymamıştım. Ve şimdi, buradaydılar. Beyaz formalar, Bernabeu, tarih. Yıllar sonra kendime verdiğim bu sözleri hatırladım. Bir parçam hayır diyordu. Dortmund bana çok şey katmıştı, onları nasıl bırakırdım? Düşünmesi zordu. Uykularım kaçmıştı. Saatlerce karımla ve ailemle konuştum. Fakat karar vermeden önce Dortmund teknik direktörü Jürgen Klopp ile konuşmak zorundaydım. Konuşmamızı sonsuza dek hatırlayacağım:
Bana, “Nuri, bu senin seçimin. Ama eğer ayrılırsan, her zaman senin tarafında olacağım. Sen benim sonsuza dek arkadaşımsın.” dedi.
“Eğer kalırsam;” dedim ve ekledim:
“Madrid’i düşüneceğim. Fiziksel olarak Dortmund’da olacağım fakat zihinsel olarak.. Kayıp olacağım. Böyle yaşayamam.” Ve ona, hiçbir anından pişmanlık duymak istemediğim tek bir hayatım olduğunu söyledim.
Jürgen anlayışla karşıladı, kalbimin sesini dinlemem gerektiğini söyledi.
Birkaç saat sonra kararımı açıkladım. Hamile olan karım da benimle birlikte Madrid’e geldi. Yeni bir hayata başlıyor gibiydik. İspanyolca konuşabiliyordum, fakat yabancı bir ülkede hamile biri olmanın zorluklarının üstesinden gelmemiz gerekiyordu. Madrid’deki ilk antrenmanımda bir darbe aldım ve İspanya’daki hayatım çok da iyi başlamadı.
2011 Eylül’de oğlumuz doğdu. Harikaydı. Baba olduğum için çok mutluydum. Annem ve kayınvalidem bizimle birlikte olmak için yanımıza geldiler ve onları gördüğümde evimi ne kadar özlediğimi anladım. Dortmund, benim için yalnızca bir şehir veya takım değildi, aynı zamanda benim için önemi çok büyük olan insanların bulunduğu bir yerdi.
Sakatlıktan geri dönmek için olabildiğince çok çalıştım, ama Real Madrid gibi kazanmak için oynayan bir takımdaysanız, takıma geri dönmeniz zor olabiliyor. 6 hafta sakattım, oynamaya yaklaştığım zamanlarda Dortmund beni aradı ve geri dönüp dönmek istemediğimi sordu. Madrid’e pes etmek için gelmemiştim. Oynayabileceğim seviyeye dönebilmek için Liverpool’a kiralık olarak imza attım.
İngiltere’de evden çok daha uzak hissettim. İyi oynayamıyordum, oyunumda kaybolan şeyler vardı. Gerçekten işin içinden çıkamıyordum. Ama sonra ışık yandı: oyunumdan kaybolan bir şey yoktu, hayatımdan kaybolan bir şey vardı. Dortmund’daki hayatımın tekrar bir parçası olmak istiyordum. Orada, öyle futbol oynamamın nedeni oradaki insanlardı.
Menajerim birkaç arama daha yaptı. Ve birkaç hafta sonra evimin yolundaydım.
Geri döndüğümde Sarı Duvar’ın beni nasıl karşılayacağından pek emin değildim. Biliyorum, ayrıldığımda onları üzmüştüm. Geri döndüğümde çıktığım ilk maçta yedektim. Saha kenarında ısınıyordum, tam sahaya girecektim ki Jürgen bana:
“Nuri.. Gözlerini kapat. Duyabiliyor musun?” dedi.
Sarı Duvar’a döndüm ve gözlerimi kapattım. İsmimi çağırıyorlardı.
Jürgen, “Gerçekten senden nefret edeceklerini düşünmüştüm.” dedi. Ve sonra o klasik, sesli kahkasından attı. Kafamı okşadı, beni sahaya sürdü ve gürültü patladı.
Dortmund insanı olan bağım asla kırılmayacaktı. O an emin olmuştum.
Echte liebe. Gerçek aşk ve karşılıksız sevgi anlamına gelir. Bu Borussia ruhudur. Bu bizim gücümüz.
Ve bu ruhu, bombalamanın olduğu günden sonra hissettim.
Bir sonraki gün maça çıkmak zorundaydık. Ve anlayacaksınızdır, hayatım boyunca hayal ettiğim şeylerden biri de Borussia Dortmund ile Şampiyonlar Ligi maçına çıkmaktı. Her Avrupa maçı benim için özeldir. Bu geceler, oynamamın sebebidir. Ama o gece.. farklıydı. Maç öncesinde doğru bir şekilde düşünemiyordum. Aklım sürekli oğlum ve karımdaydı. İyiler miydi? Evde bana ihtiyaçları var mıydı? Aklım oradaydı.
Sahaya çıkarken her zaman ne yaptığımı hatırladım: Sarı Duvar’a bakmak. O gece, hayatım boyunca gördüğüm en güzel şeylerden birini gördüm. Taraftarlarımız, takımımızın kısaltılmış ismi olan “BVB” harflerinden oluşan kocaman bir koreografi yapmıştı. Yalnızca birkaç dakika sonra, her şeyin iyi olacağını hissettim.
Maça yedek kulübesinde başlamıştım. İkinci yarı oyuna girmeden önce, maçı düşünemedim. Tek isteğim eve gidip ailemi görmek ve taraftarlarımızın da evlerine gidip onlar için önemli olan insanlarla birlikte olmalarıydı. Oyuna girdiğimde odaklanabilmiştim, fakat aynı değildi. Oynadığım en zor maçtı.
Eve gittiğimde, karım önceki gün neler olduğunu konuşup isteyip istemediğimi sordu. Olayların bende nasıl bir etki bıraktığını konuştuk. Otobüste olanları asla unutmayacaktım. Olduğum insanı değiştirmişti.
O an, o düşüncelerin sonsuza dek aklımda kalacağından korkmuştum. Fakat daha sonra, yalnızca birileri o gün ile ilgili soru sorduğunda hatırlıyordum. Takımımın ve taraftarlarımızın davranışı beni çok gururlandırmıştı. Monaco taraftarlarını karşılamaları, şehirdeki birliktelik, saldırının ertesi günü çıktığımız maçtaki destek.. Gerçekten mükemmeldi.
Bu şekilde davranmışlardı, çünkü biz böyle bilinirdik.
Seviyorum, karşılıksız bir şekilde.
Echte liebe
Kaynak: The Players’s Tribune
Çeviren: Bilâl Yıldırım