Stuttgart’da başlayıp Bayern Munih ile zirve yapan, Floransa’da düşüşe geçip ülkemizde tekrar yükselen bir kariyer. Tüm ayrıntılarıyla, kendi cümleleriyle…
Babam sürekli ilk futbol maçıma dair belirli bir hikaye anlatır.
Dört yaşındaydım ve tam olarak ne yaptığımı bilmiyordum. Tüm bildiğim topu ayağıma aldığım ve gol atmak istediğimdi. Bu yüzden sahanın yukarısına doğru topu sürmeye koyuldum ve tüm takım arkadaşlarım bana bağırmaya başladılar.
“Mario! Mario! Mario!”
Topu sahanın daha da yukarısına götürdüm.
“Marioooooooooo!”
Dertleri neydi acaba? Neden pas vermemi istiyorlardı ki? Defans oyuncularının hiç biri beni tutmayı istemiyordu. Kaleye giden açık bir yol önümde uzanıyordu.
“Mario!” Artık anne babalar bile bağırıyorlardı. “Yanlış yöne gidiyorsun! Mario, hayııırr!”
Gidilecek doğru bir yön olduğunu anlamamıştım. Sadece bir kale görmüş ve topu onun içine göndermek istemiştim.
Bunu kendim hatırlamıyorum, dolayısıyla babamın sözlerine güvenmek durumundasınız. Fakat bildiğim iki şey var. Birincisi, topu ayaklarıma aldığımda her zaman gol atmak istediğim.
İkincisi mi? Ehh, ben her zaman bir şeyleri kendi yöntemimle yapmaya meyilli olmuşumdur.
Özellikle de konu futbol olduğunda.
Hepiniz genç çocukların profesyonel olma hayaliyle futbol oynadıklarına dair hikayeler duymuşsunuzdur. Hepsi aynı şekilde başlar. Başka hiçbir şey için vakit ayırmazsın. Tüm istediğin topa vurmaktır. Vaktin ne kadar geç olduğu veya havanın ne kadar soğuk olduğu fark etmez.
Ben de farklı değildim. Her gün okuldan döndüğümde sırt çantamı bir köşeye fırlatır ve anneme seslenirdim.
“Anne ben dışarda futbol oynuyor olacağım.”
“Bekle, bekle, bekle!” derdi. “ Bir şeyler yemeli ve önce ödevini bitirmelisin.”
Fakat arka kapı çoktan kapanmış ve kendimi bahçeye atmış olurdum. Çoğu zaman küçük kuzenim de bana katılırdı. Fakat eğer onun başka bir şeyle uğraşması gerekiyorsa, ben garaj kapısını kapatır ve saatlerce kapıya şut çekerdim. Önce sol sonra sağ ayağımla çektiğim yüzlerce şut. İki ayağımı da kullanabilmek her zaman benim bir parçamdı, gençken bile.
Evin içerisinde, anne ve babam topun garaj kapısına çarpışının gürültüsünü dinlemek zorundaydı. Bam! Bam! Bam! Fakat hiçbir zaman ne durmamı istediler ne de profesyonel futbolcu olmam için bana baskı yaptılar. Sadece oyunun bana verdiği mutluluğu gördüler.
Ne zaman kırık bir vazo veya pencere olsa babam yüzünde hayal kırıklığı olan bir ifadeyle dışarı çıkardı.
“Hadi ama Mario, oraya neden nişan alıyorsun ki? Bundan çok daha iyi şut atabilirsin.”
Fakat hiçbir zaman topu benden almadı.
Görüyorsunuz ya, babam İspanya’dandı ve o da futbolu seviyordu. Saksıdaki bitkiler daha az umurunda olamazdı. Hatta bazen o da benimle birlikte dışarı çıkıp benimle birlikte oynardı. Pazar akşamüzeri saat 6 dışında. O zaman televizyon karşısında haftalık özet görüntülerin olduğu programı izlerdi.
Ben televizyondan futbol izlemeyi sevmezdim. Bana sıkıcı gelirdi. Neden dışarı çıkıp oyunu gerçekten oynayabilecekken ekran karşısında oturup izlemek isteyeyim ki?
“Baba, hadi dışarı çıkıp oynayalım” derdim kolundan çekiştirerek. Yedi veya sekiz yaşındayken bir akşam, sabrı tükenmişti. Beni kovmak yerine yanına oturttu.
“Bunu görmeni istiyorum Mario. Sadece izle.”
“Hayııırr! Çok sıkıcı.”
Babam televizyonu işaret etti, “Bak! Orada! Şimdi!”
Kafamı kaldırdığımda ekranda bir Eintracht Frankfurt oyuncusu vardı. Topu diğer takımın kalecisinin etrafında sürdü. Ardından bir savunmacı ve ardından bir diğeri – onlarla adeta oynuyor – ta ki kolayca golü yapana kadar.
“Vaaayyy, az önce ne yaptı öyle?”
“Gördün mü? O, Jay-Jay Okocha. Ve onun gibi biri daha yok.”
O andan itibaren Jay-Jay gibi oynamanın hayalini kurdum. Benim idolümdü. Topu hareket ettiriş şekli, bir sanatçı gibiydi. Topla benim hayal bile edemeyeceğim şeyler yapıyordu. O golü ve top sürüşünü gördükten sonra, her Pazar babamla özetleri izlemeye başladım. Hatta birlikte maçları da izlemeye başlamıştık.
Evimizde çoğunlukla La Liga maçları izleniyordu. Tabi ki El Clasico’dan daha önemli bir maç yoktu. Barcelona ve Real Madrid ne zaman karşılaşsa bütün amcalarım ve kuzenlerim bize gelirdi. 90 dakika boyunca hiç kesilmeyen tezahüratların yanı sıra Raul formaları oturma odamızı doldururdu. Bütün ailem Real Madrid’i destekliyordu. Fakat daha önce de bahsettiğim gibi, konu futbol olduğunda kimse bana ne yapacağımı söyleyemez. Böylece Barcelona’yı desteklemeye karar verdim. Biraz farklı olan bu olduğundan, biraz da Brezilyalı futbolcular Ronaldinho, Rivaldo ve her zaman favorim olan Romairo’yu izlemeyi sevdiğimden. İsmi benimkine benzer söyleniyordu. Genç bir çocuk olarak bu benim için başlı başına yeterliydi. Ama daha da fazlası, Romario’nun ceza sahasına girdiğindeki çabukluğuna –çok çevikti– ve kendi için yaratabildiği alana hayrandım.
Romario olmak istedim. Ancak yaşlandıkça, olmak istediğim forvet tipinin, olabileceğim forvet tipiyle eşleşmediğinin farkına vardım. Diğer birçok çocuktan iri ve güçlüydüm. Böylece sahada gerçek bir 9 numara halini aldım. Bazı çocukların top sürmeye yeteneği vardı. Bense gol atma yeteneğine sahiptim. Sol ayak, sağ ayak veya kafa vuruşu fark etmeksizin, gol atmak benim iyi olduğum alandı.
Diğer çocukların aksine, profesyonel olarak oynayabileceğimi hiç düşünmemiştim. Sadece bir şekilde oldu. Adım adım. Giderek daha iyi oldum ve sonraki en iyi takım için oynadım. Ardından sonraki ve sonraki diye devam etti.
Stuttgart ile Başlayan Yolculuk
Derken bir yıl, ben 13 yaşındayken Stuttgart bana ve babama ulaştı. Onlara katılmamı istediler. En iyi akademilerden birine gitmek bir çok genç futbolcunun hayallerini süsleyebilir fakat ben evime, aileme ve arkadaşlarıma yakın olmak istiyordum. Ayrılmam için doğru zaman değildi. Eğitimimi memleketimde tamamlamak istiyordum. Bu hiçbir zaman büyük bir planın parçası değildi. Asla bir gün profesyonel futbol oynamak adına “bunu, bunu ve bunu” yapmalıyım gibi düşüncelerim olmadı.
Birkaç yıl sonra, yerel takımım Stuttgart’a 7-0 kaybettikten sonra antrenör bir kez daha bana yanaştı. Bu kez yüzünde bir gülümseme vardı.
“Şimdi bile seni ikna edemedik mi?” diye sordu.
Nerede oynadığımın önemi olduğunu fark ettim ve sonunda Stuttgart’a katılmaya karar verdim. Bana yeni imkanlar sağlayabilecek güçlü bir kulüptü. Başka bir seviyede oynamaya hazırdım.
Bugün akademiler çok daha farklı. Şimdi her şey futbolla ilgili. Ben oradayken, biraz daha boş zamanımız olurdu. Kendi apartman dairemde yaşayıp, sadece futbolcu olarak değil de genç bir adam olarak da kendimle ilgilenmeyi öğrenme şansına sahiptim.
Çok geçmeden sahada da adam olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrendim. Genç takımla işler iyi gittikten sonra ikinci takıma yükseltildim. Ardından, nihayetinde A takıma çıktım. Koçumuz sert bir adamdı, çok fazla antrenman, çok fazla koşu. Bir gün bana Şampiyonlar Ligi’nde Chelsea karşısında forma giyeceğimi söyledi.
Sadece 18 yaşındaydım ve 10 dakikalığına sahayı Frank Lampard ile paylaştım. Topa ilk dokunuşum Marcel Desailly karşısındaydı.
İnanılmaz diye düşündüm. Artık bir çocuk değilim.
Fakat hala gidilecek uzun bir yol vardı. Bir forvet olmak çok fazla şey gerektiriyordu. Kariyerimi değiştiren ilk isim Giovanni Trapattoni’ydi. Stuttgart’a geldiğinde, benim gibi gençlere tek kelime bile etmedi. Arkadaş canlısıydı fakat sadece “günaydın” ve antrenmanı bitirirken “iyi geceler” dediğini duyardık.
Haftalar geçti, hiçbir şey. Ne bir gülümseme ne bir onaylama belirtisi.
Ve gelişinden aşağı yukarı 4 hafta sonra, Giovanni antrenmandan sonra ofisine uğramamı istedi. Beni ne için görmek istediğine dair hiçbir fikrim yoktu.
“Beni dinle Mario, seni birkaç haftadır izliyorum ve gördüklerimden gerçekten etkilendim. Ama bence bazı şeyler üzerinde çalışabiliriz. Ve bu diğer şeyleri düzeltebilirsek, gelecekteki Alman Milli Takımı forveti sen olabilirsin.”
Haftalardır süren sessizlikten sonra, Giovanni yalnızca birkaç kısa cümleyle beni oyuncu olarak özetlemeyi başarmıştı. O günden sonra, her antrenmandan sonra ben ve birkaç diğer genç oyuncuyla birlikte üzerinde konuştuğumuz şeyler üzerinde çalıştık. Giovanni, beni profesyonel bir futbolcu gibi hissettiren ilk insandı. Sadece birkaç ay sonra Stuttgart’dan ayrılmasına rağmen, benim üzerimde kalıcı bir etki bırakmıştı. O sezonun son haftalarında ve sonraki sezonda, ben ve takım performansımızın doruğuna ulaştık. Stuttgart Bundesliga’yı kazandı ve ben, tıpkı Giovanni’nin söylediği gibi, milli takıma çağrıldım.
Ve sonra telefonum çaldı.
Tanımadığım bir numara ekranımda belirdiğinde araba kullanıyordum. Kenara çekip cevapladım.
Karşıdaki ses “Merhaba Mario” dedi. “Ben Kicker dergisinden bir gazeteciyim. Almanya’da 2007 Yılının Oyuncusu seçildiğini bildirmek için aradım.”
Donakalmıştım. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Dürüst olmak gerekirse benim için en önemlisi yıllarca ligi beşinci veya altıncı sırada bitirdikten sonra, sonunda Stuttgart’ın şampiyon olmasıydı. Ben de bu başarının bir parçasıydım. Ödül beni herkesin radarına soktu. Sonunda profesyonel futbol dünyasına adım attığımı hissettim.
Fakat bununla birlikte büyük bir baskı ve beklentinin de geldiğini çok çabuk bir şekilde anladım. Her ikisi de 2009 yılında, Bundesliga’nın en iyi takımı, dünyanın sayılı kulüplerinden Bayern Munih’e, üstelik de rekor bir bonservis bedeli karşılığında imza attığımda şiddetini arttırdı.
Bayern ile Zirve
Bayern Munih’e geldiğimde herkese neler yapabileceğimi göstermek istedim. Fakat bazı şeyler istediğim gibi başlamadı. Bundan bütün teknik direktörlerin ve kulüplerin aynı olmadığını öğrendim.
Takımın sistemine uymuyordum ve bir kulübe oyuncusundan öteye gidebileceğimden emin değildim. Dürüst olmak gerekirse birkaç kez takımdan ayrılmayı istedim. Fakat kulüp başkanı benden beklememi istedi.
“Zamanın gelecek,” dedi.
Bu sırada sadece öfke ve hayal kırıklığı ile çalışıyordum. Benim için futbol eğlencesini yitirmişti. İlk kez beni mutlu etmiyordu.
Fakat futbol çılgın bir spor. Oyunu izleyen herkes sadece bir anın –doğru zamanda doğru yerde– olmanın her şeyi değiştireceğini bilir. Saha dışında da aynıdır.
Benim kötü başlangıcımdan sonra, teknik direktörümüz değişim istedi.
Bir gün Louis Van Gaal bana yaklaştı ve gülümseyerek “Şimdi bir değişim var,” dedi. “Bunu kullanıp kullanmamak sana kalmış.”
İşte bu. Söylediği sadece buydu ve ben tekrar maçlara çıkıyordum.
Çok geçmeden hem sahadaki pozisyonumu hem de özgüvenimi buldum. Takip eden sezonda gol kralıydım. Fakat ödüllerden daha fazlası, bir oyuncu için –özellikle bir forvet için– fark yaratan bir şey vardı. Teknik direktörünüzün size duyduğu güven. İkinci sezonumuzun sonunda Van Gaal tekrar bana geldi.
“Aramızda neler geçtiğini biliyorsun. Ancak ben her zaman dürüsttüm ve sadece ne düşündüğümü söylüyordum,” dedi. “Şimdi ise sen sadece gol atmakla kalmıyorsun, bir forvet oyuncusundan beklediğim her şeyi yapıyorsun. ’Onun oynamasına izin vermeli miyim?’ artık benim kendime sormak zorunda olduğum bir soru değil.”
Kariyerimin en büyük galibiyetlerinden birini almıştım.
Bir yıl içerisinde Van Gaal’ın bana dair düşüncelerini tümüyle değiştirmiştim. Daha da önemlisi, işler benim için iyi gitmediğinde bunun üstesinden gelmek için nasıl çalışacağımı öğrenmiştim.
Bilirsiniz, bazen forvetler olarak biz, belki de sahadaki diğer oyunculardan fazla, taraftarın ve gazetecilerin tepkisiyle karşılaşırız. Gol kaçırırsanız kötü adam olursunuz. Bu benim için insafsızlık değil, sadece oyunun bir parçası. Forvet oynamak dünyanın en iyi işi, çünkü diğer taraftan eğer 90. dakikada bir gol atarsanız herkes adınızı haykırır. Bu benim her hafta sahaya çıktığımda, her ceza alanına girişimde kovaladığım duygu.
Benim için her şey ceza sahası içinde olur. Asla topu saha boyunca taşıyabilen, çalımlarıyla savunmacıların içinden geçip giden bir forvet olmayacağım. Asla bir Jay-Jay veya Romario olmayacağım. Onun yerine, ben ceza sahası içindeyim ve zamanımı bekliyorum.
Doğru yer, doğru zaman.
Almanya’da bir forvet için en önemli şeyin burnu olduğunu söyleriz. Topun nereden geleceğini koklayabilmesi için. Şanslıyız çünkü bunu en iyi yapabilen futbolculardan birine, Thomas Müller’e sahibiz. O, her zaman topun nereden geleceğini bilir. Onu koşarken izleyin. Topun ayaklarına ulaşacağını göreceksiniz. Ben de bu yeteneğe sahip olduğumu düşünmekten hoşlanıyorum. En zor kısım orta sahaların neler düşündüğünü çözmektir. Ne yapıyor, ne düşünüyor?
Ayrıca rakibinizin savunmasını çözmeye çalışırsınız. Bazen, Casillas gibi bir kaleciyle karşılaşırsınız. Çoğumuzun ona seslendiği gibi, “penaltı katili.” Başka bir zaman 90 dakika boyunca sizi mahveden bir savunma oyuncusu karşınızda olur.
Özellikle bir tanesi her zaman aklımda yer edecek.
Nemenja Vidic.
Manchester United’daki en iyi zamanlarında veya ne zaman Sırbistan ve Almanya karşılaşsa, ona karşı oynadığım zamanları asla unutacağımı sanmıyorum. 90 dakika boyunca beni mahvediyordu. Bugün bile hala 1.90 boyunda ve neredeyse 90 kiloluk bir adamın nasıl her yerde olabildiğini anlamıyorum.
Nereye gitsem beni orada bekliyormuş gibi görünüyordu. Saha dönerdim ve orada olurdu. Sola dönerdim ve çoktan önümü kesmiş olurdu. Bir şekilde önüne geçmeyi başardığım zamanlarda bile bir saniye sonra tekrar önümü kapatmış olurdu.
Fakat bir an için beklersin. Top süzülerek gelir ve çabucak ayağından çıkar. Tam o an gol olacağını anlarsın.
Aklında Çıkaramadığı Maç
Forvet olarak işin çoğu zaman unutmaktır. Vidic gibi biri tarafından savunulduğunda ve 89 dakika boyunca sefalet çektiğinde tek yapman gereken hepsini unutmaktır. 89 dakikayı unut. Çünkü 90. dakika sonunda şansını yakalayabilirsin.
Kariyerim boyunca bunda gayet iyiydim.
Unutamadığım bir tek maç dışında.
Bugün bile, 2012 Şampiyonlar Ligi finalinde Chelsea’ye karşı kaybetmenin nasıl hissettirdiğini tarif edebileceğimi sanmıyorum. Havanın durumuna kadar maçla ilgili her şey aklımda. Güzel bir gündü, eğer bizim için yazılmış olsaydı. Oynadığımız her takıma karşı oyuna hükmetmiştik. Dürüst olmak gerekirse belki dünyadaki en iyi oyuncular değildik ama durdurulamamıştık. En önemlisi Munih’de, kendi sahamızda, kendi seyircimiz önündeydik.
Oyun bizimdi. Maçın büyük bir bölümünde kontrol bizdeydi fakat 83. dakikaya kadar 0-0’lık eşitlik bozulmamıştı. Sonunda Thomas Müller’in golüyle, o dakikada öne geçmiştik. Sonrasında, bitime 2 dakika kala Didier Drogba kafayla topu ağlarımıza göndermişti. Geri dönüşü yapamadık ve en nihayetinde penaltılarla 4-3 kaybettik.
O gün kariyerimin en üzücü günü olarak kalacak. Yaptığımız onca şeyden sonra kupayı kaldıramamak zordu. Hala zor.
Oyun sizden çok şey alabilir. Sonraki sezonun ardından, Bayern’in tarihte ilk kez üçlüyü (Lig şampiyonluğu, Almanya Kupası ve Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu) kazanmasından sonra dahi, değişim için hazır olduğumu biliyordum. 2012 yazında bileğimden bir operasyon geçirdim. Formumu tekrar yakalamam biraz zaman aldı. Döndüğümde ise artık pozisyonumu Mario Mandzukic ile paylaşıyordum. Aslına bakarsanız o sezon Bundesliga’nın en iyi golcülerinden biriydi. Bence bu nedenle o yıl çok başarılıydık. Hepimiz takım için gerekeni yapmıştık.
Fiorentina Yılları
Stuttgart’dan Bayern Munih’e geldiğimde bu standartta bir golcü olmanın neler gerektiğini anlamıştım. Bayern gibi bir kulüpte bu çok zordu. Her gün %100’ünde olmalıydın. Riskler ve beklentiler hep yükseliyordu. Avrupa’nın en iyi kulüplerinde oynama fırsatım olmasına rağmen bir adım geri atıp kariyerimden ve hayatımdan ne istediğime dair düşünmem gerekiyordu. Hiçbir zaman büyük bir profesyonel futbolcu veya bir kulübün yıldızı olmak gibi hayallerim olmamıştı. Bundesliga ve Şampiyonlar Ligi kupalarını kazandıktan ve onlarla birlikte gelen beklentilerle uğraştıktan sonra, başka bir şey denemek istediğime karar verdim.
Böylece İtalya’ya, Fiorentina için oynamaya gittim.
İtalya’da hayat harikaydı. Ancak sonra dizimi sakatladım ve 5 ay boyunca futboldan uzak kaldım. İnsanlar beni ve neden Almanya’dan ayrıldığımı sorgulamaya başladılar. Sadece tatil için burada, artık gerçekten oynamak istemiyor.
Bir kez daha kendimi şüpheler ve beklentilere karşı savaşırken buldum. Sonunda geri döndüğümde Juventus’a –sezonun en önemli maçında– bir gol attım. O an topun ayağınızdan çıktığını hissedersiniz ve ne olacağını bilirsiniz…
Floransa’da bir yıl geçtiği halde, sezonu benim için kısa kesen ikinci bir sakatlıktan sonra başka bir şey için zamanın geldiğini biliyordum. İtalya’yı severim –insanlar, ülke, her şey güzeldir. Orada geçirdiğim zaman için asla pişmanlık duymadım. Ama sanırım futbolum orada bir süre acı çekti. Heyecanım ve odağım kaydı.
Beşiktaş Dönemi
Her şeyi unutmak istedim.
Bu yüzden Türkiye’ye gittim.
Türk taraftarlardan öğrendiğim şey, onların dünyada kulüpleri için var olduğudur. Her hafta kulüpleri için yaşarlar. Orada olup onların önünde oynamak en inanılmaz tecrübeydi. Fakat tekrar, insanlar neden gittiğimden şüphe duyuyorlardı. Beşiktaş için oynayarak Avrupa Kupasında yer almak ve hatta şampiyonluk için bir şans görmüştüm. Bir çoğu ise bunu kariyerimin sonu olarak gördü. Fakat çok geçmeden ihtiyaç duyduğum hızlı başlangıç olduğu ortaya çıktı. Bence hayat sahadaki performansınızı etkiler ve İstanbul’daki hayat bana bu aceleyi vermişti. Bu enerjiyi kullandım ve sezon sonunda şampiyonluğa uzandığımız gün, sonunda tekrar futbolcu olarak mutluluğu hissettim. Ligin gol kralıydım ve Beşiktaş 7 yıl sonra şampiyonluğu kazanmıştı.
Her zaman futbol oynarken farklı kültürleri deneyimlemeyi ve seyahat etmeyi istemiştim. Türkiye’de olmak Almanya’daki ailemden uzakta olmak anlamına geliyordu. Anne babamı arayıp onlara –haberlerde ne duymuş olurlarsa olsunlar– iyi olduğumuzu söylüyordum. Fakat asla endişelerinin dindiğini söyleyemem.
Eve dönme zamanı gelmişti.
Birçok insanın neden böyle bir karar verdiğimi merak ettiğini biliyorum. Fakat bu benim için hiçbir zaman sadece futbolla ilgili olmadı. Saha dışında nasıl biri olmak istediğimi de öğreniyordum. Uzun süredir attığım gol sayılarıyla tanımlanıyordum. Hiçbir zaman oturup kendime gerçekten ne istediğimi sorma fırsatım olmadı.
Birçok insanın başarısızlık olarak andığı Fiorentina dönemim için dahi pişmanlık duyduğumu söyleyemem. Şöyle bir şey var ki, Fiorentina profesyonel olarak kariyerimin en kötü dönemi olabilir ama saha dışında tam olarak ihtiyaç duyduğum şeydi.
Milli Takım Hakkında
Profesyonel olarak geçirdiğim yıllarda, ne için futbol oynamak istediğimi ve beni neden mutlu ettiğini unuttuğumu düşünüyorum. İtalya’da eşimle birlikte evimizde oturmuş Almanya’nın 2014 Dünya Kupasını kazanışını izliyordum. Genç bir oyuncu olarak milli forma her zaman bir görev gibi hissettirmişti. Her zaman oradaydı, normaldi ve işin bir parçasıydı.
Milli takımda olmak özel olmalıydı, ama ben hiç öyle hissetmemiştim. Ve sonra arkadaşlarımı Brezilya’da 2012 Dünya Kupası’nı kaldırırken gördüm. Orada olmamamın sebebi sakatlık değildi. O an buna benzer bir anı kaçırmak istemediğimi anladım. Böylece İtalya’dayken, bir karar verdim. Bir kavrayış anı yaşadım.
Kendime, “Böyle sonlanmasını istemiyorum. Tekrar ülkem için oynamalıyım,” dedim.
2016 Avrupa Şampiyonası için sağlığıma kavuşmaya ve form tutmaya başladım. Bir çok insan takıma girebileceğimi düşünmese de onlara yanıldıklarını kanıtladım. Turnuvaya katıldım ve 2 gol attım. Almanya formasını çok kez giydim fakat bu yaz farklı bir anlamı vardı.
Elbette, şimdi biraz daha farklı. Ben takımdaki en yaşlı oyunculardan biriyim. Tıpkı Kevin Kuranyi ve Miroslav Klose’nin benim için yaptığı gibi diğerlerine rol model olmak istiyorum. İlk maçımı hatırlıyorum da onlara gerçekten hayranlık duymuştum.
Her şeyden çok Rusya’daki 2018 Dünya Kupası’nda da takımda olmak istiyorum. Şu anda Almanya Milli Takımı adına sahada olduğum her an benim için çok özel.
Son Söz
Bana göre çok sayıda insan benim gibi ceza sahası içinde varlık gösteren gerçek 9 numaraların üzerini çiziyor. Demek istediğim ben bile çocukken Romario gibi olmak istiyordum. Futbol her zaman değişimler geçirir. Kulüpler daha küçük, daha çok hareket eden forvetler isterler.
Fakat ben tüm bunlarla yaşayabilirim. İnsanlar bana “Üç veya dört yıldan fazla oynamayacaksın” diyebilirler. Futbol her zaman bir stil değişikliği içerisinde olsa da bir tek şey hiçbir zaman değişecek gibi durmuyor. Futbolda her zaman doğru zamanda doğru yerde bulunup Romario kadar zarif ve hafif olmasa bile, topu ağlara gönderebilecek birine ihtiyaç olacak.
Birçok kulüp ve teknik direktör için oynadım. İnişler ve çıkışlar yaşadım. Gol attığımdaki his ise hiçbir zaman değişmedi. Nerede oynadığım ve kaç yaşında olduğum fark etmeksizin, 20 yıldır o an için yaşadım. Her hafta o an için yaşıyorum.
Keşke tarif edebilsem, keşke herkes bir kez olsun hissedebilse. Sadece geçen yıl eşimle evlendiğimde kalbimde daha güçlü bir duygu hissetim.
Gol atmak bir duygu patlamasıdır. Hemen oradadır ve –bam! Topa vurmadan önce 200 kiloymuş gibi hissedersin. Ardından top ayağından ayrılır, havada süzülür ve ağları dalgalandırır.
İşte o an bir kuş gibi hafiflersin.
*Mario Gomez’in kendi imzasıyla 17.01.2017 tarihinde The Players Tribune’de yayımlanan metnin orijinali için tıklayınız.