Kevin de Bruyne | Bırak konuşayım

Bırak Konuşayım

Kevin de Bruyne

Size hikayemi anlatacağım. Ama kendim hakkında konuşmanın benim için bu hayattaki en zor şeylerden biri olduğunu anlayın lütfen. Futbol hakkında saatlerce konuşabilirim sizinle. Ama kişisel herhangi bir şey, zor benim için. Ben de böyleyim… Bu röportajı okurken belki kiminiz kendinden bir şeyler bulabilir.”

Acımasızca dürüst bir insanım. Bu yüzden size bir sırrımı açıklayacağım. Manchester City’ye gelmeden önce şu Raheem Sterling denen çocukla ne yapacağımı, ondan ne beklemem gerektiğini gerçekten bilmiyordum. Onunla hiç tanışmamıştım ve İngiliz basınından hakkında okuduklarımdan onun bayağı farklı bir karakter olacağını düşünüyordum.

Öyle düşünüyordum… Yani…

Kötü biri olduğunu düşünmemiştim, gerçekten. Ama gazeteler sürekli onun küstah ve kibirli biri olduğunu iddia ediyordu. Sanırım ben de şey diye düşündüm… İngilizler nasıl der?

Biraz mankafa, belki?

Raheem’le aramızda güçlü bir bağ var, çünkü City’ye aşağı yukarı aynı zamanda geldik ve o zamanlar basında ikimiz hakkında da ciddi anlamda olumsuz bir kanaat vardı. Benim “Chelsea ıskartası” olduğumu söylüyorlardı. Raheem de onlar için Liverpool’u para için bırakan havalı çocuktu. Israrla bizim idare etmesi zor karakterler olduğumuzu söylüyorlardı.

Tabii kendiniz hakkında böyle şeyler okuduğunuzda şöyle düşünüyorsunuz; Ben mi? Ben zor biri değilim. Saçmalık. Beni tanımıyorsunuz bile! Ama dürüst olmak gerekirse, ben de diğer futbolcular hakkında böyle şeyler okuduğumda yazılanlardan etkileniyorum, düşünce şeklim değişiyor. Elinizde değil, bunu engelleyemiyorsunuz.

Her neyse, sonra City’ye geldim ve Raheem’le bizzat tanıştım, antrenmandan sonra biraz konuştuk ve şöyle düşündüm, Bir dakika bu çocuk gayet iyi birine benziyor? Hani gazetede çıkan haberlerdeki adam?

Doğrusunu söylemek gerekirse, çok fazla yakın arkadaşım yok – futbol dünyasında da dışında da. Özel hayatımda insanlara kendimi açmam gerçekten uzun zaman aldı. Ama Raheem’le zamanla daha da yakınlaştık. Çocuklarımız aaşağı yukarı aynı zamanlarda doğdu, sürekli birlikte oynuyorlardı. Bu süreç içerisinde Raheem’i gerçekten tanıdım ve onun ne kadar zeki ve özgün bir insan olduğunu fark ettim. Yani gazetelerde anlatılanlardan ancak bu kadar farklı olabilirdi.

Raheem futbol dünyasında tanıdığım en alçakgönüllü, en iyi insanlardan biri.

Her neyse, bir gün konuşuyorduk ve Raheem şöyle bir şey söyledi; “Dostum, seninle tanışmadan önce hakikaten zor biri olacağını düşünmüştüm. Cidden bayağı mesafeli ve çekingen olacağını sanmıştım. Ama sen bayağı bayağı eğlenceliymişsin.

“İnce bir mizah anlayışım var,” dedim.

“Oldukça rafine,” dedi o da.

Sonra sordu; “Sen benim neye benzediğimi düşünmüştün?”

“Dürüst olayım mı? Senin gerçekten çok kibirli olacağını düşünmüştüm.”

Bana kendine has o haliyle “Dostum!” der gibi baktı.

Ben de ona “Ne var? Sen de benim garip olacağımı düşünüyormuşsun!” dercesine baktım.

Bu çok büyük bir ders bence. Tecrübelerime göre futbolcular sandığınızdan çok daha farklı insanlar çıkabiliyor, özellikle onları yakından tanırsanız. Bu benim için de doğru tabii… Raheem’in, neden benim zor biri olacağımı düşündüğünü, anlayabiliyorum. 16 yaşımdan beri tepemde dolanan bir kara bulut vardı…

Size hikayemi anlatacağım. Ama önce kendim hakkında konuşmanın benim için bu hayattaki en zor şeylerden biri olduğunu anlayın lütfen. Futbol? Hakkında saatlerce konuşabilirim sizinle. Ama kişisel herhangi bir şey, zor benim için. Ben de böyle biriyim.

Çocukluğumdan beri hep aşırı sessiz, aşırı utangaçtım. PlayStation’ım yoktu. Öyle çok yakın arkadaşlarım yoktu. Kendimi futbolla ifade ediyordum ve halimden memnundum. Saha dışında içine kapanık bir çocuktum. Birine bir tek söz söylemezdim. Ama sahada, alev alırdım. David Silva’ya “BIRAK KONUŞAYIM” diye bağırdığım görüntüleri izlerken herkesin kahkahalar attığını biliyorum, dahası da var farkındayım. Ama o halim çocukluğumla kıyaslandığında muhtemelen oldukça evcil kalır.

Gençken… Şöyle söyleyeyim, insanların yanlış yollara sapabileceğini anlamıyorsunuz. Tabii ben de zor yoldan öğrendim. 14 yaşındayken, hayatımı gerçekten değiştirecek bir karar verdim. Genk’teki futbol akademisine gitme fırsatım vardı, ben de Belçika’nın bir ucundan kalkıp diğerine gittim. Evden iki saat uzaktı ama aileme gitmek istediğimi söylemiştim.

Buradaki sorun şuydu, ben yaşadığım yerde de zaten çekingendim. Genk’e gidince ülkenin öbür yakasından gelmiş, komik bir lehçeyle konuşan ‘yeni çocuk’ oldum. Çok can sıkıcı olduğu kesin… Sosyal bir hayata sahip olmayı gerçekten öğrenemedim, çünkü tek boş günümüz Pazarlarıydı, ben de bunu eve gidip ailemi görmek için bir fırsat olarak görüyordum.

Neticede akademideki ilk iki yılım, muhtemelen hayatımın en yalnız günleriydi.

Belki bazı insanlar tüm bunların biraz çılgınca olduğumu düşünecek, yani 14 yaşında böyle bir şeyi niye yaparsın ki? Size verebileceğim tek yanıt, futbol oynarken her şeyin aklımdan uçup gittiği. Herhangi bir sorun, hissettiğim herhangi bir dert, hepsi kaybolup gidiyor. Futbol oynarken her şey iyi, her şeyim tamam. Bunu bir takıntı olarak adlandırmak istiyorsanız, tamam belki de bu benim takıntım.

Aslında çok basit, bu benim hayatım.

O ilk sene, yurtta kalıyordum. İçinde bir yatak, bir masa ve bir lavabo olan küçük bir odam vardı. Sonraki sene, bir koruyucu aileyle yaşama imkanım oldu. Kulüp genç oyuncular için bu insanlara ödeme yapıyordu. Ben ve diğer iki oyuncu onların yanına taşındık ve bu benim daha normal bir hayat yaşamama yardımcı oldu.

Hala zamanın çoğunu kendi başıma geçiriyordum, ama her şeyin yolunda olduğunu düşünüyordum. O sene öyle geçip gitti. Okulda iyiydim, sahada iyiydim. Kimseyle kavga falan etmedim yoktu, sorun yoktu. Her şey iyiydi.

Sene sonunda eşyaları topladım ve koruyucu aileme hoşçakalın deyip gittim.

“Tatilden sonra görüşürüz. Güzel bir tatil yap,” dediler.

Sonra kendi ailemin evine döndüm ve kapıdan içeri girer girmez annemin ağladığını gördüm. Birine bir şey oldu ya da biri öldü sandım.

“Ne oluyor?” dedim.

Annem büyük ihtimalle tüm hayatımı şekillendirecek olan sözleri söyledi;

“Geri gelmeni istemiyorlar.”

“Neden bahsediyorsun?” dedim.

“Koruyucu ailen. Seni bir daha evlerinde istemiyorlar.”

“Ne? Neden?”

“Böyle olduğun için. Senin çok sessiz olduğunu söylediler. Seninle iletişime geçemiyorlarmış. Senin idare edilmesi zor olduğunu söylediler.”

Çok şaşırmıştım. Çok şahsi bir şey olarak algıladım. Yüzüme karşı hiçbir şey söylememişlerdi. Hiçbir sorun yaşamamıştık. Kendi kendime odamda oturuyordum. Kimseye bir rahatsızlık vermedim. Her şey yolundaymış gibi uğurladılar beni evden. Ama ben gittikten sonra kulübü arayıp beni bir daha istemediklerini söylemişler.

Bu kariyerim için de büyük bir meseleydi çünkü büyük bir yıldız ya da ona yakın bir şey değildim ve kulüp birden benim sorunlu olduğumu düşünmeye başladı. Aileme başka bir koruyucu aile için ödeme yapmak istemediklerini söylemişler. Başka bir yurda gitmem ve yine orada yaşamam gerekecekti. Ki öyle güzel bir yurttan falan bahsetmiyorum. Daha çok ‘sorunlu çocuklar için’ yapılmış gibi bir yerdi.

Annemi ağlarken izlediğimi hatırlıyorum. Sonra bir hışımla topu alıp çıktım. Çocukken hep kendi başıma oynadığım çitin oraya gittim.

O lafa inanılmaz takılmıştım.

Böyle olduğun için.

Sözcükler kafamın içinde dönüp duruyordu sürekli.

Saatlerce çite karşı topa vurup durdum ve bir noktada yüksek sesle şöyle dediğimi hatırlıyorum; “Her şey düzelecek. İki ay içerisinde A takımda olacağım. Ne pahasına olursa olsun bu eve başarmadan dönmüyorum. Ne pahasına olursa olsun.”

Yaz tatilinden sonra Genk’e geri döndüm. İkinci takıma çıkarılmıştım. Halen bir hiçtim, hiç kimseydim. Ama antrenman yaparken ……pffff diyerek çalışıyordum. İçimde büyük bir alev vardı. Sanki yanıyordum.

O anı hatırlıyorum. Her şey o zaman değişti. Cuma akşamı maçımız vardı, yedek kulübesinde başladım. İkinci yarı oyuna girdikten sonra, fırtına gibiydim.

Bir gol.

Seni artık istemiyorlar.

İki gol.

Çok sessiz.

Üç gol.

Çok zor bir çocuk.

Dört gol.

Seni artık istemiyorlar.

Beş gol.

Böyle olduğun için.

Tek yarıda beş gol attım.

O günden sonra kulüp çevresindeki herkesteki değişimi görebiliyordum. İki ay içerisinde A takımda kendime bir yer edindim. Galiba birkaç güne ilk golümü de atmıştım. Sonra kulüp ailemi arayıp koruyucu aile için tekrar ödeme yapmak istediklerini söyledi.

Futbolda siz iyi giderken insanların davranışlarının nasıl değiştiğini izlemek çok eğlenceli.

Bir gün koruyucu ebeveynlerim bizzat kulübe geldiler ve kadın sanki her şey büyük bir yanlış anlaşılmaymış gibi konuştu benimle. “Geri dönmeni istiyoruz! Biz zaten sadece hafta içinde yurda gitmeni istemiştik. Hafta sonları bizimle kalabilirsin,” gibi şeyler söyledi.

Belki bunu komik bulmalıydım ama o zaman komik değildi. Beni gerçekten yaralamışlardı. O yüzden “Hayır,” dedim. “Beni dışarı attınız. Şimdi iyi gidiyorum ve beni geri mi istiyorsunuz?”

Belki aslında sadece teşekkür etmeliydim. Nihayetinde o tecrübe kariyerimi körükledi. Ama maalesef o kara bulut uzunca bir süre beni takip etmeye devam etti. Genk’te genç bir oyuncuyken ve Chelsea’yla sözleşme imzaladığımda bile Belçika basınında benim ne kadar zor bir insan olduğuma dair hikayeler çıkıyordu. Gazeteler sürekli koruyucu ailemle olan hikayeyi gündeme getiriyorlardı. Bazen çıldırdığım doğrudur, özellikle sahada. Normalde hislerimi içimde tutmaya yatkınım ama sahada – bam… aklım uçup gider. Genelde beş saniye sonra da geri sakinleşirim.

Şimdi durup düşününce kendimi biraz yanlış anlaşılmış hissediyorum. Futbol için her ne yapıyorsam, tek bir şey uğruna – oynamak istiyorum.

Chelsea’deyken Jose Mourinho ile ilişkime dair basında bir sürü şey çıkıyordu. Halbuki onunla aslında sadece iki kere konuştum. Benim için plan, en başından beri bir süreliğine kiralık gitmemdi. 2012’de Werder Bremen’e gittim ve o sezon müthişti. Sonraki yaz Chelsea’ye geri döndüğümde bazı Alman kulüpleri benimle sözleşme imzalamak istiyordu. Klopp, Borussia Dortmund’a gelmemi istemişti. Ki benim de keyif aldığım bir futbol oynuyorlardı. Ben de Chelsea belki gitmeme izin verir diye düşündüm. Ama sonra Mourinho bana mesaj attı, “Kalıyorsun. Bu takımın bir parçası olmanı istiyorum.”

Öyle olunca ben de Tamam, harika. Planları arasındayım demek ki diye düşündüm.

Sezon öncesi kampına geldiğimde ortam güzeldi. Sezonun ilk dört maçının ikisinde ilk onbirdeydim. İyi oynadığımı düşünüyordum. Müthiş oynamıyordum ama iyiydim. Dördüncü maçtan sonra, bitti. Yedek kulübesindeydim ve bir daha asla şans bulamadım. Bir sebep de bulamadım. Bir nedenle kadronun dışında gözden uzakta kalmıştım.

Tabii ki ben de bazı hatalar yaptım. Premier Lig’de oynayan bir oyuncu olarak kendi kendimi nasıl idare etmem gerektiği konusunda biraz naiftim. Çoğu taraftarın şunu fark etmediğini düşünüyorum, kadronun dışındaysanız antrenman sırasında aynı konsantrasyonu sağlayamıyorsunuz. Bazı kulüplerde sanki sen yokmuşsun, orda değilmişsin gibi davranıyorlar.

Bu şimdi başıma gelse, sorun etmezdim. Kendi başıma antrenman yapabilecek kadar bilgim var ve kendime bakabiliyorum. Ama 21 yaşındayken ne yapmanız gerektiğini anlayamıyorsunuz. Kupa maçında Swindon Town’a karşı bir şans elde ettim, ama o zaman da iyi bir formda değildim. O maçla birlikte Chelsea sayfası artık kapanmış gibiydi.

Aralık ayında Jose beni ofisine çağırdı. Bu muhtemelen hayatımdaki ikinci kırılma anıydı. Önünde bazı kağıtlar vardı, Jose onlara bakıp “Bir asist. Sıfır gol. 10 top kazanma,” dedi.

Ne yaptığını anlamam biraz zaman aldı.

Sonra diğer hücum oyuncularının istatistiklerini okumaya başladı – Willian, Oscar, Mata, Schürrle. Beş gol 10 asist falan gibi şeylerdi, neyse.

Jose bir şeyler söylememi bekliyor gibiydi ve sonunda “Ama…” dedim, “Bu oyuncuların kimi 15-20 maç oynadı. Ben sadece 3. Fark olması normal değil mi?”

Çok garipti. Tekrar kiralık olarak gitmemle ilgili konuştuk biraz. Mata da o zamanlar gözden çıkarılmıştı. Jose, “Bak, Mata ayrılırsa beşinci tercih olursun. Yani altı yerine.” dedi.

Tamamıyla dürüsttüm. “Kulüp beni burada istemiyormuş gibi geliyor,” dedim. “Futbol oynamak istiyorum. Satmanızı tercih ederim.”

Sanırım Jose biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Ama bence o da kesinlikle oynamam gerektiğini anlamıştı. Neticesinde kulüp beni sattı ve onlar için de büyük bir sorun olmadı. Chelsea benim için ödediği paranın iki katından fazlasını aldı ve ben de Wolfsburg’da çok daha iyi bir konuma geldim.

Sonra her şey değişti. Ama sadece futbolla alakalı değil. Gelecekte eşim olacak kız arkadaşım benim yanımda olduğu için. Muhtemelen ona bile hiç açmadığım konularda gelişmemde yardımcı oldu. Bu hikayeyi anlatmak için biraz tereddüt ettim. Ne kadar utanç verici… Size dürüst olacağıma söz verdiğime göre, galiba anlatmalıyım. Hem bir yandan oldukça eğlenceli de, neyse.

Bir tweet ile başladı. O zamanlar sadece birkaç bin takipçim vardı, çünkü halen Werder Bremen’de kiralık oynuyordum. Bir maç ya da başka bir şey hakkında şimdi tam hatırlamıyorum bir tweet attım ve bu güzel kız tweeti favorilere aldı. O zaman yalnızdım, sevgilim yoktu ve arkadaşım kızı fark etti. “Şu kız güzel görünüyor? Bence ona bir mesaj göndermelisin,” dedi.

“Hayır, hayır, hayır! İnsanlar beni sevmez, beni seçmezler. Kız cevap vermez,” dedim.

Telefonumu kaptı ve bir şeyler yazmaya başladı. Bana telefonu gösterip “ Basıyım mı gönder tuşuna?” dedi.

Muhtemelen o sırada yerde utançtan kıvrılıyorum ama niyeyse “İyi tamam hadi, gönder.” dedim.

Aslında her şeyi anlatıyor, değil mi? Güya büyük bir futbolcuyum ama müstakbel karıma DM’den mesaj atacak cesaretim bile yok. Cüret edemedim!

Ama sağolsun arkadaşım benim için o mesajı gönderdi. Ve kız cevap verdi! Birkaç ay boyunca mesajlaşıp birbirimizi tanıdık. Birini tanıdım mı benim için her şey daha kolay, ondan sonra gayet iyiyimdir. Gerçekten güzeldi. Eşim birçok açıdan hayatımı değiştirdi. Dürüst olayım, onsuz ne yapardım bilmiyorum.

İnsanlar şu “futbolcu eşi” lafı üzerinden atıp tutuyor. Ama bence bu gerçekten utanç verici. Çünkü eşim hayatımdaki en önemli insan. Benimle birlikte yaşayabilmek için her şeyden fedakarlık etti, daha 19 yaşındaydı. Hayallerimin peşinden gidebileyim diye, bana yardım etmek için. Bu yolda onunla beraberiz. Bir bakıma onu örnek alıyorum. Kabuğumdan sıyrılmamı, insanlara açılmamı sağladı ve tüm bunları gerçekleştirme şekli de fevkalade gerçekten.

2015 yılında transfer döneminde ilk çocuğumuza hamile olduğunu öğrendik. Manchester City, PSG ve Bayern tümü benimle ilgileniyordu. Aşırı derecede stresli bir zamandı. Ailemizi daha yeni kuruyorduk ve hangi takıma transfer olacağıma ya da nerede yaşayacağımıza dair hiçbir fikrimiz yoktu.

Şahsen ben City’ye gitmek istedim. Vinny Kompany bana mesaj atıp sen buna bayılırsın deyip proje hakkındaki her şeyi anlatıp duruyordu. Kulüp hakkında gerçekten iyi hissediyordum. Ama aynı zamanda Wolfsburg’a saygısızlık etmek istemiyordum çünkü orada beni hakikaten seviyorlardı. O yüzden ağzımı sıkı tutmaya çalıştım ve bekledim. Benim için zor olmadı!

O süreç boyunca menajerim her gün sürekli, “Oldu. Bekle, iptal. Oldu. Hayır bekle, yine iptal.” deyip duruyordu. Stresin eşim üzerinde ciddi bir etkisi oldu. Bir sabah uyandık ve eşim gerçekten çok fena bir şekilde hastalanmıştı. Ne yapacağımızı bilemedik. Bebeğin başına bir şey gelmesinden endişelenmiştik.

Sonra ağrısı gittikçe arttı ve kanaması başladı. Ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu ve aceleyle hastaneye gittik. Bebeğimizi kaybetmekten korkuyorduk. Şüphesiz hayatımın en kötü anıydı. Orada öylece oturuyorsun, yapabileceğin hiçbir şey yok. Bir dakika önce tek düşündüğün transferindi, sonra bir anda dünyan alt üst oluveriyor.

Tanrı’ya şükür neyse ki oğlumuzla ilgili her şey düzeldi. Hiçbir sorun olmadı. Oğlum olmadan ne yapardım bilmiyorum. Futbolda yaşadığım tüm güzel şeyleri bir yana koysam, eşim ve çocuğumun yanında hiçbir şey.

Yaşadığımız bu olay hayatımın üçüncü kırılma anıydı. Futbolun ölüm kalım meselesi olmadığını anlamamı sağladı. Hayatımın ilk 23 yılında futbolun beni fazlasıyla tükettiğini düşünüyorum. Ama eşimle tanıştığımda ve özellikle de ilk oğlumuz doğduğunda artık yalnız değildim. Ailemizi kurduğumuzda ve City’ye geldiğimde her şey rayına oturdu.

Özellikle de ikinci sezon Pep buraya geldiğinde…

Pep ve ben benzer mentaliteye sahibiz. Hattta dürüst olmak gerekirse o benden bile daha tutkulu futbol hakkında. Pep o kadar o kadar stresli ki. Ve her zaman, sürekli, aklında futbol. Biz oyuncular olarak ne kadar stres altındaysak sanırım o bunun iki katı daha stresli. Çünkü o sadece kazanmanın derdinde değil. Mükemmelliği istiyor.

Pep’le ilk tanıştığımda beni karşısına oturttu ve şöyle dedi; “Kevin, dinle. Sen, çok rahat dünyanın en iyi 5 oyuncusu arasında olabilirsin. En iyi 5! Çok rahat.”

Şaşırmıştım. Ama Pep’in bunu böyle bir inançla söylemesi, benim de tüm bakış açımı değiştirdi. Dahiceydi bence. Onun haklı olduğunu kanıtlamam gerektiğini hissediyordum.

Çoğu zaman futbol, olumsuzluk ve korku üzerine kurulu. Ama Pep ile birlikte futbol aşırı bir pozitiflikten ibaret. O kadar yüksek hedefler belirliyor ki erişilmesi neredeyse imkansız. Taktik ustası, evet. Hiç şüphe yok. Ama dışarıdaki insanlar mükemmelliği başarmayı çalışırken onun kendine yüklediği baskıyı göremiyor.

Bu sezon benim için kolay geçmiyor. Sakatlıklar ve kaçırdığım maçlar psikolojik açıdan benim için aşırı derecede zor. Oturup maçları tribünden izlemek benim için işkenceden beter. Baş edemiyorum.

Eşim bende bir terslik olduğunu söylüyor. Neredeyse yedi yıldır beraberiz ve beni bir kere bile ağlarken görmemiştir. Cenazelerde bile, ağlamam. Ama bu sezonun başlarında Fulham karşısında dizimden sakatlandım. Bağlarda hasar vardı ve doktorlar bir süre atel takmam gerekeceğini söyledi… Bitmeyen bir kabus gibiydi, iç çamaşırını bile yardım olmadan giyinemiyorsun. Ama daha kötüsü hakikaten çok kötü bir zamanlamaydı, çünkü eşim ikinci çocuğumuzu daha bir gün önce doğurmuştu. Durumu haber vermek için onu görüntülü aradığımda hastaneden eve daha yeni gelmişti.

“Bebek nasıl? Her şey yolunda mı?” dedim ona.

“Her şey gayet iyi. Sen ağlıyor musun?” dedi.

Gözüme biraz toz kaçmıştı herhalde.

“Sana bazı kötü haberlerim var. Dizim, yine. Bir süre atelde kalacak… Yani şimdi üç bebeğe bakman gerekecek sanırım.” dedim.

Sonra gözyaşlarım sel olup aktı. Kendimi tutamadım. Oğlumuzun doğmuş olmasının duygusallığı mıydı yoksa daha bir sürü maç kaçıracak olduğumu bilmenin etkisi mi bilmiyorum. Belki ikisi de. Ama o görüntülü görüşmede, gülünesi göründüğüm o aptal telefon ön kamerasında hıçkırarak ağlıyordum.

Eşim inanamadı. Şey der gibiydi; “Düğünümüzde bile ağlamadın! Oğulların doğduğunda bile ağlamadın! Biri daha DÜN doğdu!

Bu sanırım her şeyi anlatıyor. Gerçekten. Düğünler, cenazeler, doğumlar ne ki? Kaya gibiyim. Ama beni futboldan alıkoyarsanız? Unut gitsin. Bununla baş edemem…

Nihayetinde City’deki bu proje kazanmaktan öte. Belli bir oynama şekliyle kazanmakla ve kapsamlı bir felsefeyle alakalı. Biz her sabah bunun için uyanıyoruz, bu yüzden detaylara bu kadar takıntılıyız ve bu yüzden sınırlarımızı zorlamaya uğraşıyoruz.

Basit futbol oynamak dünyadaki en zor şey. Ama sahada kendini akışa bırakmışken… Benim için hayatta alınabilecek en büyük keyif bu.

İmkansıza ulaşabilelim ya da ulaşamayalım, içinde olduğumuz bu akım futbolu gerçekten seven herkes tarafından takdir edilmeli bence. City’de en iyi oyunumuzu oynarken, akıştayken şey gibi … nasıl diyebiliriz? Meditasyonda ne diyorlardı? Nirvana. Benim için gerçekten nirvana gibi.

Sanırım biraz farklı bir insanım, kendimi en çok futbol vasıtasıyla ifade ediyorum. Ama benim hikayem bu. Ben böyle biriyim.

Anlatmama izin verdiğiniz için teşekkürler.

Konuşmama müsaade ettiğiniz için, teşekkürler.”

 

Bu yazı Kevin de Bruyne tarafından The Players’ Tribune için kaleme alınmıştır. Metnin orijinali için tıklayın.