O, jenerasyonunun en iyilerine karşı oynadı. İtalya’nın Dünya Kupası’na uzanan macerasında takımın lideri oldu. Maradona’dan da top çaldı, Zidane ve Ronaldo’yu da durdurmaya çalıştı. Şampiyonluklar kazandı ve adını efsaneler arasına yazdırdı. Fabio Cannavaro’nun kendi anlatımıyla, top toplayıcılıktan kariyerinin zirvesi Dünya Kupası ve Ballon d’or ödülüne, Çin’de teknik direktör olarak devam eden yaşantısına kadar kariyer yolculuğu.
*Fabio Cannavaro’nun kendi imzasıyla 01.03.2017 tarihinde The Players’ Tribune’de yayımlanan metnin orijinali için tıklayınız.
İnsanlar bugünlerde İtalyan futbolunu düşündüklerinde akıllarına savunma geliyor. Belki de çocuklar Giorgio Chiellini veya Leonardo Bonucci olmanın hayalini kuruyorlardır.
Fakat size bir şey söylememe izin verin.
Ben bir savunma oyuncusu olma isteğiyle futbola başlamamıştım.
Santrafor Paolo Rossi’nin 1982 Dünya Kupası’nda attığı 6 golü izledikten sonra kim arka çizgide olmak ister ki? Orta saha Marco Tardelli’nin finalde attığı gol hala aklımda. Golü kutlayışını, yüzündeki ifadeyi, iki yumruğunu havaya kaldırarak koşuşunu ve bağırışlarını hatırlıyorum.
İtalya’daki diğer birçok çocuk gibi ben de televizyon karşısındaydım. Henüz 9 yaşındaydım. Son düdük çaldığında ve İtalya Dünya Şampiyonu olduğunda Nando Martellini yayında haykırıyordu: Dünya Şampiyonu! Dünya Şampiyonu! Dünya Şampiyonu!
O ana tanıklık edip de bir duvar karşısında topa vururken Martelli’nin tezahürat eden sesini duymayan tek bir çocuk dahi olduğunu sanmıyorum.
Napoli’ye ilk kez ayak bastığımda bir top toplayıcıydım. Bu da efsanelerin yaptığı antrenmanları izleyebileceğim anlamına geliyordu. Sonrasında genç takıma katıldım. Tıpkı Tardelli gibi orta sahada oynuyordum.
Bu durum direktörlerden birinin gençlik akademisinin antrenmanına geldiği ve bana pozisyon değiştireceğimi söylediğini güne kadar sürdü.
“Fabio, senin savunmada oynamanı tercih ederim,” dedi.
Hepsi bu kadar, bir neden veya bir açıklama yok. Sahadaki çocuklarında çoğundan daha kısaydım. Dolayısıyla bir savunmacı, özellikle de bir stoper gibi görünmüyordum. Fakat o andan itibaren pozisyonum bu olmuştu. Şansıma savunmada oynamayı sevdim. Ayrıca, gayet başarılıydım da.
Geriye baktığımda kariyerimi iki şeye borçlu olduğumu görüyorum.
İlk olarak en iyileri izleyerek öğrendim. Napoli’ye geldiğimde, Juventus ve Napoli için 500’den fazla maça çıkmış, İtalyan futbol tarihinin en büyük savunmacılardan biri olan Ciro Ferrara ile birlikte oynadım. Ferrara çoğu İtalyan gibi sözünü sakınmazdı. Nerede olman gerektiğini, ne yapman gerektiğini ve rakibine karşı şansın olup olmadığını açık açık söylerdi.
Ferrara’yi, 1987’de henüz top toplayıcıyken tanımıştım. Takım ilk Serie A Şampiyonluğunu kazandığında onlarla aynı sahadaydım.
Büyülü bir sezondu. Herkesten çok şey öğrendim, ama birinin yeri ayrıydı.
Dahi.
Diego Maradona.
Her gün efsaneyi izledim. Bir gün as takımla antrenman yapmak için çağrıldığımda, “Sonunda Maradona’yla çalışacağım.” diye düşündüm.
Ferrara yüzünde bir gülümsemeyle bana baktı.
“Hayır, hayır, öylece gidip Maradona’yla çalışamazsın,” dedi. “Öylece gidip Maradona’dan top çalamazsın. Top asla onun ayaklarını terk etmez.”
Ardından bana bir top uzattı.
“Bunu al bakalım. Çünkü asla Maradona’dan topu alamayacaksın,” diyerek gülümsedi. “Hiç olmazsa benden bir tane almış oldun.”
Sonunda Ferrara ve idolüm Maradona da dahil as takımın geri kalanıyla antrenman yapıyordum. Bir gün Maradona bana doğru geldi. Topu her sürüşünde parmaklarının ucuyla topa temas ediyordu. Düşünmeden, topa doğru hamle yaptım.
Maradona’nın topunu çalmıştım. Dahi’nin, Efsane’nin.
Aniden takım arkadaşlarımın ve antrenörlerin bakışlarını üzerimde hissettim. Ardından Ferrara’nın sesi kafamda yankılandı.
Öylece gidip Maradona’dan top çalamazsın.
Gülen tek kişi Maradona’ydı. Antrenmanın sonunda, bana yaklaştı ve çıkardığı ayakkabılarını bana teslim etti. Maradona’nın, bizim Napolili ilahımızın posterleri yatak odamın duvarlarını süslüyordu. Şimdi ise ellerimde, günün çalışmasıyla çamurlanmış ayakkabılarını tutuyordum.
Böylece öğrendiğim ikinci şeye geliyoruz. Büyük bir savunmacı olmak için, dünyanın en iyilerine karşı oynamalısınız.
Peki, ihtiyacınız olan tek malzeme nedir? Boy, hız veya top tekniğiniz değil.
Kendinize güvenmelisiniz.
Bu güveni nereden aldığımdan emin değilim ama Maradona’dan top çaldığım gün kesinlikle kendime güveniyordum. Kariyerim boyunca da bunun üzerine koymaya çalıştım. Napoli’de, Parma’da, Milan’da ve Juventus’da.
Dürüst olmak gerekirse 9 Temmuz 2006’ya kadar bir savunmacı olarak tamamen kendimden emin hissetmedim. Dünya Kupası ellerimde yükseldiğinde muhabirler tezahürat ediyorlardı: Dünya Şampiyonu! Dünya Şampiyonu! Dünya Şampiyonu! Dünya Şampiyonu!
Bir savunma oyuncusu olarak, birçok farklı form ve boyutta olabilirsiniz. Kısa ve hızlı veya uzun ve yükseğe zıplayan. Hiç fark etmez. Tek gereken sahaya çıktığınızda kendinize güvenmenizdir. Çünkü her hafta yeni bir meydan okuma olur.
Ancak bu meydan okumaları aşarak kendinize olan güveninizi bulabilirsiniz. Ben, kendime olan güvenimi Maradona’yla karşılaştığım gün buldum ve sahadaki her gün üzerine koydum. Bugün bile saha kenarındayken, bir teknik direktör olarak özgüvenimi geliştirmek için çalışıyorum.
Bu nedenle kendi başarı anlarımı tartışmak yerine, beni en çok zorlayan anlar, rakipler ve takım arkadaşlarım üzerine konuşmak istiyorum. Onlar sayesinde kendime olan güvenimi inşa edebildim.
Ronaldo
Ondan önce ve sonra karşılaştığım herkesten çok, Ronaldo her zaman içime korku salan oyuncu oldu.
Bizim jenerasyonumuzun en iyi oyuncusuydu. Fenomen. Ronaldo.
Ronaldo’ya karşı oynadığım ilk maç Fransa’daki 1998 Dünya Kupası öncesinde Brezilya ve İtalya arasında oynanan bir dostluk karşılaşmasıydı. Onunla aynı sahada yürümek bile beni dehşete düşürmüştü.
3-3 berabere sonuçlanan maçın ardından teknik direktörümüz Cesare Maldini’yle bir görüşme gerçekleştirdim.
“Fabio biliyorsun ki çok sayıda insan Ronaldo’nun ne kadar inanılmaz, ne kadar harika bir oyuncu olduğundan bahsediyor.”
O devam ederken sadece kafamı söylediklerini onaylar biçimde sallıyordum.
“Onu senin karşında oynarken izledikten sonra, söyleyebilirim ki evet, Ronaldo gerçekten harika.”
Klasik Maldini.
“Teşekkürler Koç.”
Ronaldo, ister istemez savunmadığınız, onun yerine yapabildiğiniz kadarıyla sınırlayıp kontrol altına almayı umduğunuz bir oyuncu. Çünkü eğer Ronaldo gol atmak isterse, o golü atar.
Elbette Brezilya’nın kadrosunda Romario, Roberto Carlos ve Ronaldinho da vardı. Fakat Ronaldo çok farklıydı.
O hızlı, güçlü ve akıl almazdı. Ona karşı oynadığım her seferde aramızda saygı vardı. Onun gibi bir oyuncu asla rakibini tahrik edecek konuşmalara ihtiyaç duymaz ve onun aklına girmeye çalışmanın da bir anlamı yoktur. O, henüz düdük bile çalmadan çoktan senin aklındadır.
Ona dair korkumun geçtiğini düşünmüyorum. Ancak bu korkudan saygı doğdu. Ve Ronaldo gibi bir oyuncuya saygı duyduğunuzda her gün yapabileceğiniz en iyi şekilde çalışırsınız. Sahaya çıktığımda elimden gelen en iyi şekilde hazırlandığımı biliyordum. Korkuyor muydum? Elbette. Fakat oyuna ve engel olmaya çalıştığım oyuncuya saygı duyuyordum.
Ronaldo aracılığıyla, sahada korkuyla nasıl başa çıkabileceğimi öğrendim.
Zidane
Eğer Ronaldo sahadaki bela ise, Zidane zarafetti. O, sahadaki centilmendi.
Bir noktada ayağının zemine değdiğinden emin olsam da onun hareket edişini izlediğimde, neredeyse havada süzülüyormuş gibi gelirdi. Onun dönüşleri ve rakipten sıyrılışları sadece atletik değildi. Daha çok bir balete benzerdi. Oyuncular arasında zikzaklar çizerken üzerinde o hafiflik vardı.
Onu oynarken izlemek güzeldi. Ona karşı oynamış olmak bana mutluluk veriyor.
Kariyerim boyunca zaman zaman Zidane’la oynadım. Çoğu oyuncu için, onlarla nasıl başa çıkacağınıza dair dersler çıkardığınız bir noktaya ulaşırsınız. Ancak Zidane, ona karşı oynadığım ilk maçtan son maça kadar, bana üstün gelmenin farklı yollarını bulmayı başardı.
Tıpkı Ronaldo gibi Zidane’a karşı da sadece hazır olmayı deneyebilirsiniz. Söylediğim gibi, ben işimi çok ciddiye alırım. Çok çalışırdım ve böylece Zidane’la karşılaştığımda, onu durdurma şansımı mümkün olduğunca arttırmış olurdum.
2006 Dünya Kupası Finali’nde Fransa’yla oynadık ve Zidane maçın ilk golünü attı. Bir penaltı gölüydü fakat sonrasında defans hattımız biraz ürkmüş görünüyordu. Henüz maçın 5. Dakikasıydı ve o başarmıştı. Topun süzülüşünü ve üst direğe çarpışını hatırlıyorum. Hepimiz kaçırdığını umut etmiştik. Ancak Zidane arkasını döndüğünde yanıldığımızı anladık. Hepimiz korkmuştuk ve kaptan olarak takım arkadaşlarımın tekrar maça odaklanmasını sağlamak zorunda olduğumu biliyordum. Ama Zidane bunu yapabilir. Sizi sarsması için savunmanızı geçmesi şart değildir. Onun sahadaki varlığını hissedersiniz. Soğukkanlılık ve yaratıcılık onun bedeninden topa taşmış gibidir.
Yani soğukkanlılığını yitirene kadar. Ve Zidane’nın dahi böyle anları olabilir.
Fakat tam da o anda yeni bir ders çıkardım: Sahadaki liderlik. İşimin sadece atakları durdurmak veya orta saha ve forvetler için oyun kurmak olmadığını biliyordum. Ayrıca tüm takımın konsantrasyonunu korumalıydım. Hayatlarımızın en önemli maçında geriye düşmüşken bile.
Etrafımdaki takım arkadaşlarıma bakarak, “Bunu başarabiliriz,” dedim. “Bu maç bizim.”
Şanslıydık ki, çok geçmeden Materazzi’nin kafa golü geldi. Biraz da olsa rahatlamıştık. Tekrar maça ortak olmuştuk.
Penaltı atışlarına gidene kadar da maçın içinde kaldık. Penaltı atışlarının her birinde kalbim durup tekrar çalıştı. Fabio Grosso galibiyetimizi mühürlediğinde, hiçbir şey duyamadım. Buna inanamıyordum.
Dünya Şampiyonu.
Maçın sonunda bir kupadan fazlasına sahiptim. İlk kez, orada ne yaptığımı bildiğimi düşünüyordum. Bunun sebebi İtalya’nın savunma organizasyonuydu. Bireysel veya takım olarak oynamanız, sahada yanınızda kimin olduğuna bağlıdır. Turnuva boyunca gerçekten kolektif bir grup olmuştuk ve gerçekten de biz en iyiydik.
Sadece savunmada da değil.
Andrea Pirlo ve Francesco Totti
Söylediğim gibi, insanlar İtalyan futbolunu düşündüklerinde akıllarına savunma geliyor. Benim düşünceme göre bu yanlış. Biz bu oyunu oynamış en iyi forvetlerden bir kaçına sahibiz. Orta sahalarında da öyle.
Yine de birçok insan 2006 Dünya Kupası zaferimizi savunmamıza bağlıyor. Turnuvayı diğer herkesi yendiğimiz için kazandık. Savunmada görevimizi yapabiliriz ama eğer goller atamazsak, kazanamayız. Belki biraz aşikâr olacak ama ileri hattımızın, yaptıklarına karşılık hak ettikleri övgüyü aldığını düşünmüyorum.
Elbette aynı takımda oynamayı tercih ederim ama kulüp futbolunda, milli takımdan arkadaşlarım Totti ve Pirlo’ya karşı oynamak mutlulukla karşıladığım bir meydan okumaydı.
Totti en ileri uçta oynamaya başladığından beri, sahada onunla daha çok sohbet etme imkanımız oluyordu. Kale vuruşu kullanılırken Totti ile yan yana gelmişsek ve aksiyonun yeniden başlamasını beklerken birbirimizle şakalaşırdık. Bu bizim için çok normaldi. Çok komik bir adamdır. Fakat Pirlo? Onun çok farklı bir stili vardır. Top ondayken asla sonraki hamlesinin ne olacağını kestiremezsiniz. Orta sahayı geçmeye başladığında ona kilitlenip ne yapmaya çalıştığını çözmeye çalışırdım.
Aramızda karşılıklı saygı vardı. Hepimiz, karşımızdaki için işleri kolaylaştırmayacağımızın farkındaydık. Onların gol için açığımı kolladığını bilirdim ve onlar da topu kapıp onları yere sermek için tereddüt etmeyeceğimi bilirlerdi.
Sahada sahip olduğunuz yegane arkadaşlar sizinle aynı formayı giyen diğer on kişidir. Bunun dışındaki tüm dostluklar sahanın dışında kalır. Maç öncesinde veya sonrasında, birlikte yenen bütün akşam yemeklerinin önemi yoktur. Beraber kazandığımız kupalar, maçtan sonra da orada olacaklar.
Fakat sahada işimin başındayım ve benim görevim yakın arkadaşlarımın gol atmasını engellemek.
La Liga’da Oynamak
İspanya macerası, tek kelimeyle zordu. 2006’da Real Madrid’e katıldığımda ilk kez İtalya dışında oynuyordum. Yeni bir şehre taşınmak ve takım arkadaşlarımla iletişim kurmak zordu. Muhtemelen kariyerimde karşılaştığım en büyük meydan okumaydı.
İtalya’da maç haftaları İspanya’da olduğundan biraz daha farklıdır. Her şey disipline edilmiştir. Antrenmanlar durmaksızın sürer ve antrenörler acımasızdır. Şansıma teknik direktörümüz Fabio Capello bu havayı biraz olsun Madrid’e de taşımıştı. Kimse ondan daha disiplinli ve düzenli değildir.
Eğer antrenman saat 10’da diyorsa tam olarak saat 10’u kastediyordur. Bir dakika bile sonrasını değil.
Capello, benim İspanya’daki hayata alışmamı kolaylaştırdı. Fakat hala bireysel olarak nasıl oynayacağımı öğrenmem gerekiyordu. Yapabileceklerimden dolayı büyük bir kulübe katılmıştım ve benden büyük şeyler başarmam bekleniyordu. Ayrıca takım arkadaşlarımın ve yeni savunma hattımın oynayış tarzlarını öğrenmeliydim.
Yeni takımımla ilk antrenmanlarda birinde, Sergio Ramos’a pas attığımda yaşadığımız bir diyaloğu hatırlıyorum.
“Neden hata yaptın ki?”
“Ne hatası, topu sana attım ya.”
Benim için her şey yeniydi. İtalya’da topu oyuncunun yakınındaki boşluğa atma eğilimi gösteririz. Fakat İspanya’da topun tam da ayaklarına atılmasını beklerler.
“Hayır, bana güçlü bir pas vermelisin ve topu ayağıma atmalısın.”
Öğrenecek çok şeyim vardı ama Madrid’e gittiğimde artık 21 yaşında değildim. Henüz bir Dünya Kupası kazanmıştım ve özgüvenim yerindeydi. Bu transferi genç bir adam olarak yapmış olsaydım neler olacağını bilemem. Fakat İtalya’yla 2006’da başardıklarımdan sonra, artık oyunumu biliyordum. Ve Real Madrid ile 2 yıl üst üste La Liga’yı kazandık.
Bir kez Real Madrid formasını giydiğinizde sonsuza kadar kulübün bir parçası olursunuz.
Çin’de Antrenörlük Yapmak
Oyuna varımı yoğumu verdiğim pek çok maça çıktığımı düşünüyorum. Ancak emekli olup antrenörlüğe başladığımdan beri, sahadaki 90 dakikanın teknik direktör olarak hayatınızla mukayese edilemeyeceğini anladım.
Futbolun yeni bir yönünü öğrenmek için çalıştım.
Şimdilerde Çin Süper Ligi’nde yer alan Tianjin Quanjian’ın teknik direktörü olarak, oyuncularıma her gün, her hafta, sahip olduğum her şeyi aktarıyorum. Uğraştıkları ailevi problemlerinden haberdar olmam gerekiyor, kimin utangaç kimin lafını sakınmayan bir kişiliğe sahip olduğunu ve kimi daha fazlası için zorlayabileceğimi bilmeliyim.
Tüm bunları bir Çinli çevirmen aracılığıyla, 25 farklı oyuncu için yapmak durumundayım.
Dolayısıyla sözcüklerle iletişim kuramadığımda, antrenmanda oyuncularıma katılıyorum. Onlara bildiklerimi göstermek ve yapmalarını istediklerimi öğretmek için bazen onlarla oynamam gerekiyor.
Bir teknik direktör saha kenarında yalnız olabiliyor. Evet, sahadasınızdır. Fakat aslında gerçekten sahada oyuncularınızın yanında olamazsınız. Yine de oyuncularımla tecrübelerimi ve bilgimi paylaşmak durumundayım.
Bu bilginin birazı Dünya’nın en iyi teknik direktörlerinden geliyor: Lippi, Trapattoni, Maldini, Capello. Hepsi bana bir şeyler öğrettiler ki, oyunculuk yıllarım boyunca tuttuğum bir defterde hepsini biriktirdim.
Herhangi bir hata veya başarı, hepsini not aldım. Geçtiğimiz yıl Çin’de, bu not defterini gözümün önünde tuttum. Aynı hataları tekrarlamamaya özen gösterdim.
Geçen yaz Tianjin Quanjian’ın başına geçtiğimde, ne beklemem gerektiğinden emin değildim. Çin futbolunun ikinci ligindeydiler. 7 maçlık bir mağlubiyet serisi geçirmişlerdi ve 16 kulüp içerisinde sekizinci sıradaydılar.
Fakat futbolcu olarak kim olduğumu, karşısında oynadığım adamlardan ve beni çalıştıran antrenörlerden edindiğim özgüveni düşündüm. Ligi kazandığım, Dünya Kupası’nı kaldırdığım andaki hislerimi hatırladım.
Bu oyuna duyduğum saygıyı.
Çok çalışmalıydık. Sezon sonunda ligin zirvesindeydik. Bu sezon Çin Süper Ligi’nde oynamaya hak kazanmıştık.
Üst lige çıkmayı garantilediğimizde, Martellini’nin benim için tezahürat yapan sesini duymadım. Üst lige çıkmak bir kupa değildi. Bu bir galibiyet golü veya oyunu değiştiren bir müdahale değildi. Ancak takımınla başarılı olmak ve oyuncularına bir üst lige çıkma yolunda liderlik etmek. Bu sahiden de sizi hayatınızın sonuna kadar mutlu edecek bir başarı.
Ben sahadaki özgüven arayışıma genç bir çocuk olarak başladım. Dünya Kupamızı kaldırana ve aynı yılın sonunda Ballon d’Or ödülünü kazanana kadar aradığımı bulamamıştım.
Şimdi de kendime olan güvenimi arıyorum. Savunma hattının lideri olarak değil de, saha kenarında.
*Fabio Cannavaro’nun kendi imzasıyla 01.03.2017 tarihinde The Players’ Tribune’de yayımlanan metnin orijinali için tıklayınız.