Brezilya’nın yetiştirdiği en büyük yeteneklerden biri, güzel gollerin forveti El Fenomeno’nun meyve bahçelerinde başlayıp Dünya Kupası finallerine uzanan hikayesi kendi anlatımıyla… Kariyer yolculuğu, zirvedeyken yaşadığı vahim diz sakatlığı ve futbolun onun için anlamı gibi konulara değinen ve Ronaldo’nun kendi imzasıyla The Players’ Tribune platformunda yayımlanan metni sizler için çevirdik.
Dünya kupasını düşündüğümde aklıma ilk olarak boyalar gelir.
Mavi, yeşil ve sarı renkte küçük teneke kutu boyalar.
Hayal edebileceğiniz en parlak renkler.
Brezilya’da, turnuva başlamadan önce her dört yılda bir yinelenen bir gelenek vardır. Dışarı çıkar ve şehrinizin sokaklarını boyarsınız. Kimin en güzel duvar resmini veya kaldırım boyamasını yapacağı, bir çeşit yarışma halini alır. 1982 Dünya Kupası için ben de ülkemdeki diğer çocuklar gibi sokağa çıkıp arkadaşlarımla birlikte sokağı renklendirdim. Kasabadaki herkesin katılımıyla; çeşit çeşit renk ve tasarımda kuşlar, Brezilya bayrakları ve milli takım oyuncularının duvar resimleri her yerdeydi.
Boyamayı tamamladıktan sonra maçları izleyen herkesin uğradığı, eski bir komşumuz Bay Renato vardı. Ben o denli küçükken bana çok büyük görünmesi dışında onun hakkında çok fazla şey hatırlamıyorum. Hava Kuvvetleri’nden emekli ya da öyle bir şeydi sanırım. Bize patates kızartması ve soda ısmarlardı. İşte bu büyük bir olaydı. Bu tarz yiyecekleri çok fazla alamazdık. Bu kadar küçük bir şey bile zihninizdeki bir hatırayı özel kılmaya yeter. Patates kızartması ve soda, arkadaşlarınızla televizyon karşısında oturup futbol izlemek ve belki de bir gün profesyonel bir futbolcu olabileceğinizi hayal etmek…
Rio de Janeiro’nun kuzey banliyösü Bento Riberio’da büyüdüm. Alt orta sınıf bir yerdi. Televizyonda gördüğünüz derme çatma ev yığınları gibi şeyler yoktu. Sadece evdi ve herkesin aklındaki konunun futbol olmadığı tek bir gün bile olmazdı.
Dürüst olmak gerekirse henüz 5 yaşımda olduğum zamanlarda, hayatımın futbol etrafında şekilleneceğini fark etmiştim. Bunu nasıl açıklayabileceğimi bilmiyorum. Sadece bu sporla bağlantı kurmuştum. Futbol orada, içimdeydi. Gençken “Ben futbolcu olmak istiyorum” demek çok kolaydır. Fakat bir çocuk olarak bunun gerçek manasını bilmezsin. Bunun büyüklüğünü gerçek anlamda kavrayamazsın. Gerçeklik, küçük bir çocukken ve sadece hayal kurarak idrak edebileceğin bir şey değildir.
Kuşkusuz ben de 5 yaşında, fırçamın ucunu bir teneke boyaya batırırken bunun anlamını henüz bilmiyordum. Sokakta arkadaşlarımla birlikte, mavi boya bileğimden ve kollarımdan aşağıya süzülürken, duvarda Zico’nun yeni bir portresi tepeden bize bakarken… Futbolun beni nereye götürmek üzere olduğunun farkında değildim.
Tüm bunların ne kadar hızlı gerçekleşebileceğini bilmiyordum. Bir rüyanın ne kadar da çabuk hayatınız olabileceğini…
O zamanlar sadece, futbol oynadığı için tanınan kasabamızdaki diğer küçük çocuklardan biriydim.
Her zaman oynamayı kastediyorum.
Geriye bakıyorum da, belki bu beni futbolcu olmak isteyen Brezilya’daki diğer çocuklardan farklı yapmıştır. Ben sadece en harika olmayı hayal etmiyordum. Bu oyunun en iyilerinden biri olabileceğime gerçekten inanıyordum da…
Bunu düşündüğümde gülüyorum çünkü bu fikri nereden edindiğimi veya bunun nerede başladığını bilmiyorum.
İlk kez bir topu tekmelediğim andan itibaren futbol hayatım oldu.
Dürüst olmak gerekirse babamla gittiğimiz Maracana’daki ilk Flamengo maçını hatırlamıyorum bile. Bu garip gelebilir ancak bununla kıyaslayabileceğim tek şey bunun yürümek gibi bir şey olması. Elbette yürümediğiniz bir zaman vardı fakat o zamanları hatırlamazsınız. Ben de futbolsuz hayatımı hatırlamıyorum.
İlk takma adım dahi hatırlayamadığım zamanlardan kalma.
Ne zaman iki ağabeylerime karşı oynadığımda gol atsam bağırırlardı: “Dadadooooooo!”
Küçükken adımı telaffuz etmekte zorlanırdım. Her zaman ağzımdan “Dadado” gibi çıkardı. Yani Dadado oradan gelir.
Kardeşlerime eve gittiğinde ben topumla birlikte dışarıda kalır ve oynamaya devam ederdim. Sağ ayak, sol ayak, sağ ayak… Bahçemizde oynamaya bayılırdım. Çok büyük bir evimiz yoktu. Çoğu zaman kanepede uyurdum. İyi yanı ise evin arazi yanında olmasıydı. Tüm ihtiyacım buydu: futbol oynamak için bir yer. Brezilya’da olduğu için evimiz mango, guava ve jabuticoba gibi meyve ağaçlarıyla çevriliydi. Böylece kardeşlerim bıraktığında dahi ağaçlar arasında top sürebilirdim.
Oradayken kendimle ilgili düşünürdüm. Gelmiş geçmiş en büyük futbolcu olacağım.
Her fırsatı profesyonel futbolcu olma yolunda bir adım olarak gördüm. Kafamdaki bir haylaz çocuk gibiydi. Ailem okuluma odaklanmamı istese de başka hiçbir şeyi düşünemiyordum. Futsal oynadığım o ilk yıldan sonra, sanki tüm taşlar yerine oturdu. Bir kısmı şanstı fakat çoğu adanmışlıktı. Sonraki yıl São Cristóvão antrenmanlara çıkmaya başladım. 13 yaşıma geldiğimde çoktan kulüplerin radarına girmiştim. Böylece Cruzeiro’da oynamak üzere Belo Horizonte’ye gittim. 15 yaşında milli takımla antrenman yapmak için ilk davetimi aldım. 16 yaşında Cruzeiro ile ilk maçıma çıktım.
Sonraki yıl olan 1994’de ise ilk Dünya Kupası tecrübemi yaşadım.
Söylediğim gibi, her şey çok çabuk gelişti.
Hepsini istemiş olsam da her an, hala bir bakıma sürpriz gibi hissettiriyordu. Bir futbolcu olmak için nasıl bir zaman çizelgesini takip etmek gerektiğini bilmiyordum. Bir plan veya el kitapçığı yoktu. Bazen okuldan çıkıp arka bahçede Bebeto ile antrenman yapmaya gitmişim gibi hissettiriyordu.
Ardından Dünya Kupası geldi. 1994 Dünya Kupası’nı veya o takımı nasıl tarif edebilirim ki?
İzin verin şöyle ifade edeyim. Harvard Amerika için önemlidir, değil mi? O takımla Dünya Kupası’nda oynamak futbolun Ivy Ligi’ne gitmeye eşdeğerdi. Nasıl sadece futbol oynanacağıyla ilgili değil; nasıl futbolcu olunacağı, nasıl Dünya Kupası şampiyonu olunacağı üzerine ön sıradan, birinci sınıf bir eğitimdi.
Turnuvada bir dakika bile süre almadım. Fakat her şeyi izleyip gözlemledim. Bir gün geri döneceğimi bilerek bilgi toplayıp notlar aldım.
O yaz benim hayatımı ve kariyerimi değiştirdi.
Çünkü aynı zamanda Romario ile tanışmıştım. Açıkçası santrafor olarak büyürken izlediğim biriydi ve onunla Zico’yu düşünerek bir futbolcunun saha içi ve dışında nasıl olması gerektiğini öğrendim. Kampa katıldığım o yaz, Romario genç oyunculara, özellikle de bana karşı oldukça özenli davranıyordu. Belki aynı pozisyonda oynadığımızdan veya benim içimde de aynı adanmışlığı ve gayreti gördüğündendir, bilmiyorum. Ancak antrenmandan sonra çoğu kez konuşurduk. Tuhaftır fakat bu sporu benim gibi gördüğünü hissettim: Bir sonraki adıma kadar atacağınız adımların evrim olabileceğini. Ve bir sonrakini, ta ki en iyilerin iyisi olana kadar…
Benim için bir sonraki adımın Avrupa olması gerektiğini söyledi.
Romario o sırada çoktan, beni gitmem için ikna etmeye çalıştığı PSV’de oynadıktan sonra Barcelona’ya transfer olmuştu. Komik gelebilir ancak konuştuğumuz konulardan biri de hava durumuydu. Brezilya’dan sonra Hollanda’nın karla kaplı sahalarında oynamak nasıl hissettiriyordu?
Gerçi en büyük adaptasyon rekabet olacaktı. La Liga’yı kazanmaktan ve Şampiyonlar Ligi finalinde oynamaktan bahsetti. Anlamıştım ki, en iyi olmak istiyorsam bu yolu izlemeliydim. Böylece PSV’ye imza attım.
George Weah.
Marco van Basten.
Paolo Maldini.
Bunlar çocukken imrendiğim isimlerdi. Şimdiye kadarki en büyükler. Şimdi ben de Avrupa’da oynuyordum. Benim de göze çarpmam gerekiyordu. Bu yüzden, cesurca davrandım. Hedefler belirleyip onlara ulaşmaya çalıştım. Ve insanların ne yaptığımdan emin olmasını sağladım.
PSV’ye katıldığımda ilk sezonumda 30 gol atacağımı söyledim.
Attım da.
Ardından dünyanın en iyisi olacağımı söyledim.
Barcelona’ya gittim ve bir Ballon d’Or kazandım.
Çocukken hep kendime böyle bir güven duymuştum. Ama gollerin ve ödüllerin duyurusunu yapmak mı? Sadece büyürken gördüğüm diğerlerinin yaptığını yapıyordum. Böbürlenme, şovmenlik… Bunun ben olmadığımı anlamam birkaç yıl, muhtemelen olması gerekende de fazla zaman aldı. Bu şekilde açıklamalar yapan bir oyuncu olmak için kişiliğim uygun değildi. Günün sonunda oyunumun benim yerime konuşmasına izin verdim.
Elbette gayretim yok olmadı. Bu meydan okumaları kendime sakladım. En iyi olmak için manşetlerde olmaya gerek yoktu. En iyi olmak her zaman bu sporu yapma isteğimdi. Daima kendimi zorlamak, limitlerimi bulmak ve onları aşmak…
Bunları söyleyerek yaptığım kendi limitlerimi sınamaktı.
Ancak Dünya Kupası’nda oynamak hala yapmadığım bir şeydi.
Bana göre bu sadece bir zaman meselesiydi ve bolca vaktim vardı.
98 Dünya Kupası’nda 21 yaşındaydım ve futbol benim için sadece bir eğlenceydi. Fransa karşısındaki finale kadar 4 gol atmıştım. Ardında final gününde açıklayamayacağım bir şey oldu. Çok hastalandım ve yatağımda bir nöbet geçirdim. Fazla bir şey hatırlamıyorum. Ancak doktorlar gerekli testleri yaptıklarında oynamama izin verdiler ve oynadım. Elbette yeterince iyi değildim ve maçı 3-0 kaybettik.
Kahredici zamanlardı. Fakat hala genç olduğumu ve daha çok Dünya Kupası göreceğimi düşünüyordum. Birçok fırsatım olacaktı.
Elbette hayat böyle işlemiyor, değil mi?
Sonraki yılda çok feci bir diz sakatlığı yaşadım. O kadar kötüydü ki bazı insanlar bir daha hiç futbol oynayamayacağımı söylüyordu. Bazıları ise bir daha yürüyemeyeceğimden bahsediyordu.
Limitlerim gerçekten sınanmıştı.
Dürüst davranmalı ve söylemeliyim ki futbolda her zaman beni rahatsız eden şeyler olmuştur. Seyahat etmek. Beklemek. Fakat sahadaki o dakikalar, işte onları seviyordum. Bu duygu hiçbir zaman azalmadı. PSV’de, Barcelona’da veya İnter’de oynarken her zaman küçük bir çocukken yaşadığım mutluluğu hissettim.
Hayat benim için futbol sahasında başlayıp biter. Dolayısıyla dizim mahvolduğunda hayatım benden alınmış gibi geldi.
Sahalara dönebilmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Amerika’ya gidip doktorlar ve cerrahlarla görüştüm. Bu uğurda dünyayı dolaştım. Rehabilitasyon ve aksiliklerle tam 3 yıl devam etti. 2002 Dünya Kupası’nın yaklaştığını biliyordum fakat beni motive eden kupa veya goller değildi. Sadece futbol sahasında top ayağımdayken hissedebildiğim o duyguyu düşünüyordum.
En feci sakatlığımda 3 yıl sonra ve 1998 finalinde kaybettikten 4 yıl sonra, Güney Kore’de top tekrar ayaklarımdaydı ve Dünya Kupası’nda Brezilya için oynuyordum.
Tam da Almanya karşısındaki finalden önce inanılmaz bir şey oldu.
Maçtan önce soyunma odasına gittiğimizde teknik direktörümüz Luis Felipe Scolari, televizyonda bize bir şey göstermek istiyordu. Birazdan ne olacağını kestiremez bir şekilde birbirimize baktık. Soyunma odasında bir televizyon bile yeterince garipti.
Luiz, “Oturun” dedi. “Görmenizi istediğim bir şey var.”
Televizyona döndü ve oynat tuşuna bastı. Bir Brezilya kanalı olan Globo’ya ait bir kayıttı. Japonya’da oynamaya başladığımızdan beri ülkemizden haberleri takip edememiştik. Dolayısıyla bir süredir ilk kez evimizdeki insanlardan haber alıyorduk.
Bu sıradan bir yayın değildi. Programda her birimizin kasabasını ziyaret etmişler ve insanların nasıl kutlama yaptığını ekrana taşımışlardı. Nihayet Bento Riberio da ekrana geldi. Futbol oynayarak büyüdüğüm sokaklar karşımdaydı. Küçükken şut çektiğim duvarları gördüm.
Tıpkı eskiden yaptığım gibi, çocukların da bizler için o duvarlara boyadığı resimleri gördüm.
Bu, sahaya çıkmadan önce gördüğümüz son şey oldu.
Maç 0-0 devam ederken devre arası geldiğinde takımda endişe hissedilmiyordu. Size gerçeği söyleyeceğim. Soyunma odasındayken aramızda fazla bir konuşma geçmedi veya büyük bir strateji tartışılmadı. Ne yapmamız gerektiğini biliyorduk. Bunu kabullenmiştik. İhtiyacımız olan golleri atmamız gerektiğinin ve sonunda kazanacağımızın farkındaydık.
Takıma bu konsantrasyon hakimdi.
Bunu turnuva boyunca hissetmiştik. Bütün maçlar bizimdi. Ne kadar iyi olduğumuzu söylemeye gerek yoktu. Hepimiz zaten bunu hissediyorduk. O takım muhtemelen birlikte oynadığım en iyi takımdı.
Benim için baskı arttıkça işler kolaylaşmıştı. Bir şeyleri görebiliyordum. Sakindim ve sadece nefes almaya devam ettim. Bence iyi bir santrafor olmak için gereken şey de budur: Tüm bu duyguları yaşıyor olup onları nasıl kontrol edeceğini bilmek.
Ardından golü attığınızda bu orgazm olmaya benzer. Fakat daha fazlasıdır.
Dolayısıyla bizi öne geçiren 2 golü attığımda, işte bu kadar diye düşündüm, Dünya Kupası bizim olmaktan yalnızca birkaç dakika uzakta. Hiçbir zaman sahada bunun gibi bir şey hissetmemiştim.
90. dakikada oyundan alındım. Bu Luiz’in benim için yaptığı en harika şeydi. Çünkü bu sayede her şeyi görebildim. Az önce başardıklarımızın tadını çıkarabildim. Sahada yürürken asla dönemeyeceğimi söyleyen insanları düşündüm. Asla tekrar oynayamayacağımı, hatta yürüyemeyeceğimi dile getirenleri.
2002 yılıydı ve insanlar daha yeni cep telefonları alıyorlardı. Etrafıma baktığımda bütün o küçük beyaz kareleri gördüm. Stadyum diskoyu andırıyordu. Neler olduğunu anlamam bir dakikamı aldı. İnsanlar telefonlarını bana çevirip fotoğraf çekiyorlardı.
O zamanlar bu yeni bir konseptti.
Saha kenarına gittiğimde, milli takım basın sekreteri Rodrigo Pavia’yı gözüme ilişti. O adam sakatlığım süresince hep yanı başımda yer almıştı. Eskiden tek yapabildiğim yürümekken, yanımda yavaşça yürürdü. O an kendimi kaybedip ağlamaya başladım. Bütün bu duygular, daha önce hiç böyle bir şey hissetmemiştim.
O an, bir hediyeydi.
Ardından elbette zaferimizi kutladık. O gece uyuduğumuzu sanmıyorum. Brezilya’ya dönene kadar geçen zaman büyük bir partiydi. Eve dönüş uçağında, o zamanlar 2 yaşında olan oğlum kucağımda oturuyordum. Babama baktım. Birbirimize bir şey söylemedik. Onunla öyle bir ilişkimiz vardı ki buna ihtiyaç duymazdık. Fakat ikimiz de Dünya Kupası’nın ailemiz ve Brezilya için ne anlama geldiğini çok iyi biliyorduk.
Ve şehrimiz Bento Riberio için anlamını.
Uçak dönüşte birçok Brezilya şehrinde durakladı. Bunlar hayatımın en güzel günlerinden bazılarıdır. Ülkemdeki insanların o mutluluğunu görmek. Her yerde üzerlerinde yüzlerimiz olan duvar resimlerine rastlamak.
Dünya Kupası’nı kazandıktan sonra gözümü kariyerimin sonraki adımına diktim. Sonraki hedeflerim, sahada yüzleşeceğim sonraki meydan okuma. Ancak diz sakatlığımdan sonra hepsi daha da zorlaşmıştı. Hala zaman zaman, eğer o diz sakatlıklarını yaşamasam neler olabilirdi diye düşünürüm. Eğer nasıl düzgün antrenman yapacağımı bilseydim.
Futbol benim için her zaman kendimi ne kadar zorlayabileceğimi görmekle ilgili olmuştur. Elimden geldiğince bunu yaptığımı hissediyorum. Bir başka diz sakatlığını atlattıktan sonra Corinthians’a katıldım. Ancak daha sonra diğer sağlık problemleri sadece oynamayı değil, nefes almayı ve ayağa kalkıp yürümeyi bile çok zor hale getirdi. Durmam gerektiğini biliyordum. Eğer sahada olmayı istediğim oyuncu olamaz, aynı duyguyu hissedemezsem, o zaman orada yer alamam.
2011 yılında bir karar vermem gerekti.
Futbola veda etmem gerektiğini biliyordum.
En azından sahadaki zamanlarıma.
Fakat futbol, oyuncular, taraftarlar ve herkes için bir bağımlılığı andırıyor. Bu nedenle dünyanın her yerinden bunca insanı kendine bağlayabiliyor. Emekli olduğumdan beri bu sporun bana ne verdiği üzerine çok düşündüm.
Her nerede olursa olsun, zamane çocuklarının futbolu benim gibi gördüklerinden emin olmak istiyorum. Fakat şehirler ve kasabalar değişiyor. Ben büyürken her yerde futbol sahaları vardı. Şimdilerde ise bu alanlara binalar ve diğer yerleşim alanları kurulduğundan çocukları eskisi kadar çok dışarıda top oynarken göremiyorsunuz.
Benim için futbol sahası dünyadaki en mükemmel yerdi. Bir stadyumda, bir sahilde veya meyve ağaçlarıyla dolu bir alanda olması fark etmezdi. Çocukken bir sahaya bakıp orada geleceğini görebilirsin.
Beni dünyada en mutlu eden şeylerden biri Messi, Neymar, Cristiano Ronaldo ve İbrahimoviç gibi isimlerin oyuna, onların stillerine, hatıralarına ve büyürken ki futbolcu olma hayallerine yaptığım etkiye ilişkin söyledikleri. Düşünsenize, ben yalnızca Brezilya sokaklarında duvar resimleri boyayan ve Zico gibi olma hayalleri kuran bir çocuktum. Onlar da sadece Arjantin, Brezilya, Portekiz ve İsveç’ten gelen ve benim gibi olmayı hayal eden çocuklar. Bu duygu ile birbirimize bağlıyız, anlıyor musun?
Bu çok güzel, bana göre futbol işte bu.
Bu yazıyı nasıl bitireceğimi çok düşündüm. Hikayeleri anlatmaya başlamakta iyiyimdir ama hiç bitirmeyi istemem.
Şunu söyleyerek bitireceğim: Ben rüyalarımı yaşadım. Kaç kişi hayatları hakkında bunu söyleyebilir ki? Rengârenk bir hayat yaşadıklarını..
Metnin aslı için tıklayınız.