Şehir taraftarlığı ve yaşadığı şehrin takımını destekleme, yaşatma vb. faaliyetler, konusu her açıldığında Türkiye’de her ne kadar sözde destek görse de özde reel bir desteğe dönüşmez. Hemen her Anadolu kulübü taraftarının gölünde yatan bir İstanbul takımı vardır. Bu sebeple birçok Anadolu kulübünün eğer işler iyi gitmiyorsa gerekli maddi ve manevi desteği bulması mümkün değildir. İşler iyi gittiğinde de genelde yağmurdan sonra Mecidiyeköy’de ortaya çıkan şemsiyeciler gibi ortaya çıkan bir kısım yöneticiler elde edilen maddi manevi desteği lehlerine çevirmekte pek bir mahirdirler. (İşbu benzetmede şemsiye satıcıları ile yöneticiler sadece ortaya çıkmaları noktasındaki ivedi hal ile benzetilmiş, alnının teri ile ekmeğini kazanmaya çalışan işportacı esnafı ile bir takım art niyetli futbol idarecileri aynı kefeye konulmamıştır.)
Bu sebeple Almanya gibi şehir takımı taraftarlığının belki de dünyada en yüksek oranlarda olduğu futbol ülkeleri, her Anadolu kahvesinde iç çeken zamanında amatörde stoper oynamış, şimdinin iflah olmaz futbol seyircisi abilerin muhabbetlerine konu olur. Almanya siyasi birliğini çok geç sağladığından, yerellik ve yaşadığı şehrin, eyaletin meselelerini sahiplenme ve onunla mutlu olma çabası oldukça yüksek. Bizdeki İstanbul merkezli habercilik, politika, sinema, kültür, spor anlayışı aslında gelişmeyen şehir taraftarlığının en önemli nedenleri. He tabi bir de başarı hastalığımız var. Eğer tuttuğum takım kazanmıyorsa, maça gitmenin, takımı desteklemenin ne manası var? Yaklaşımı da lig tarihinin açık ara en başarılı takımları olan İstanbul takımlarının popülaritesini artırıyor.
Bütün bunların yanında parası olan zengin iş adamlarının kendi PR’ları açısından oldukça işlevsel bir rol oynayan kulüplerimiz, bir iniş bir çıkış yaşadıklarından ve gerçekten takımı destekleyen orta ve alt gelir grubuna mensup taraftarlar kulüple alakalı bilet fiyatları dahil hiçbir şekilde karar alma süreçlerinin bir parçası olamadığından, kulübe duydukları aidiyet de o ölçüde zayıf oluyor. Bunun böyle olmadığı ligler de tabi ki mevcut. Almanya’da ‘50+1 Kuralı’ olarak bilinen yasa sayesinde herhangi bir yönetici ne kadar zengin olursa olsun, kulübün yüzde 50-1’ine sahip olabiliyor. Bu yolla kulüplerdeki karar alma süreçlerine taraftar daha aktif olarak katılabiliyor. Mesela bir futbolcuya ödenebilecek maksimum bonservis bedelinin belirlenmesinde oy kullanabiliyor, bu sınırın aşılması gereken durumlarda yönetimler taraftarı ikna etmek zorunda kalıyor. Ya da Union Berlin gibi Doğu Almanya zamanlarında rejim karşıtı olduğundan hep sıkıntı yaşamış bir kulübe, Almanya’nın birleşmesinden sonra eski rejimi destekleyen bir firma sponsor olmak istediğinde taraftarlar bunu engelleyebiliyor.
Union Berlin taraftarlarının kulüplerine olan bağlılıkları daha yakından tanımak için bakınız:
‘’Peki Bundesliga’da tekil bir şahsa ait hiçbir kulüp yok mu?’’ Sorusunun cevabı ise ‘Hayır.’
Meşhur 50+1 kuralının ‘Lex-Leverkusen’ (Leverkusen Yasası) olarak ünlenen bir istisnası var. Eğer bir yatırımcı bir kulübü 20 yıl kesintisiz ve kayda değer bir seviyede desteklediyse, federasyona yapacağı başvuru Alman Futbol Federasyonu tarafından değerlendirilip yatırımcının 50+1 ve üzerine tekabül edebilecek oy hakkı olabiliyor. Şu an ligde halihazırda Bayer Leverkusen, Wolfsburg ve Hoffenheim’da bu yolla söz hakkı elde etmiş yatırımcılar var. İlk iki örnekte bu söz hakkı sponsor olan firmada iken, Hoffenheim kulübünde bu söz hakkı Dietmar Hopp’un elinde bulunuyor. Kulübün tüm hisselerinin yüzde 96’sına sahip olan Hopp, kulübün tek patronu konumunda ve bu durum kulüplerinin gerçek patronu olmak isteyen Alman taraftar grupları tarafından pek hoş karşılanmıyor.
Hopp arkadaşlarıyla kurduğu yazılım firmasıyla Almanya’nın en büyük zenginlerinden biri haline geldi. Yaklaşık olarak 13 milyar Euro’yu bulan servetinden kurduğu ve 1.5 milyar Euro aktardığı vakıfla büyüdüğü bölgeye yaşlı bakım evleri, okullar, kreşler açtı ve birçok kanser araştırmasını finanse etti. Spora da oldukça meraklı olan Hopp, ayrıca birçok sporun alt yapılarına da ciddi harcamalarda bulundu. Yaşlı tonton bir iyilik meleği gibi görünen Hopp’un asıl tutkusu ise futboldu. Gençliğinde bir dönem kendisinin de formasını giydiği Hoffenheim kulübünü de yakından takip ediyor ve finansal olarak destekliyordu.
Hoffenheim kulübü Stutgart’ın 90 km kuzeyinde yer alan Sinsheim şehrinin bir kasabasının kulübüyken, Hopp’un emekli olmasının ardından ciddi bir yükselişe geçti. Kulübün tam olarak sahibi olamasa da hemen her meselesinde söz hakkı sahibi konumunda olan Hopp’un Hoffenheim kulübünün başarısındaki yeri yadsınamazdı ancak Hopp’un kulübün üzerindeki mutlak otoritesi 2008 yılında Hoffenheim’ın lige çıkmasıyla artık iyice göze batar olmuştu. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda ortayaçıkan ve Avrupa’da birçok futbol kulübünün isminin geçtiği ‘FootballLeaks’ ile yayınlanan belgelerde ortaya çıktığı üzere Hopp, kulübe yalnızca katkıda bulunmuyor kendisi de kar ediyordu. 2015-2016 sezonunun başında Hoffenheim’dan Liverpool’a 41 milyon Euro’ya transfer olan Roberto Firmino’nun transfer hakları kulüpte değil, Dietmar Hopp’a ait olan bir şirkette olduğu ve bu transfer bedelinin yalnızca 7 milyon Euro’sunun kulübe aktarıldığı ortaya çıkmıştı. Bu ve bunun gibi çıkan haberler de taraftarların Hopp’a yönelik besledikleri antipatiyi büyütüyordu.
Özellikle yakın tarihlerde iflasın eşiğinden dönmüş olan Borussia Dortmund kulübünü taraftar gruplarının Hopp ile yıldızı bir türlü barışmıyordu. 2011 yılına gelindiğinde artık bu iki taraf arasında savaşta ilk hamleler yapıldı. Dortmund taraftarları deplasmana gelirken Sinsheim’daki stadyumun deplasman taraftarlarının olduğu bölüme iki tane büyük portabıl hoparlör yerleştirilmiş ve maç boyunca ne zaman Hopp’a yönelik olumsuz bir tezahürat başlasa bu hoparlörlerden yüksek sesle siren, cızırtı vb. sesler çıkartılarak taraftarların sesi bastırılmıştı. Maçtan sonra Pforzheim şehrinden maça gelen Borussia Dortmundlu bir taraftar doktordan aldığı iş göremez raporuyla Heidelberg Emniyeti’ne gitti ve kulağının yüksek sesten zarar gördüğünü belirterek kulüpten şikayetçi oldu. Kulüp suçlamaları başta kabul etmese de zararın doktor raporu ile tescillendiğini anlayınca, bunu bir kulüp çalışanının kendisinin inisiyatif alarak yaptığını, kulübün herhangi bir taraftara bireysel ya da kitlesel böyle bir uygulamasının olamayacağını belirterek olaylara dahlinin olmadığını iddia etti. Deplasman bölümünde çalışan stat görevlilerine dağıtılan kulak koruyucu kulaklıklarsa her ne kadar gündem olsa da kulübün suçlanması için yeterli olmadı. Ancak savaşta artık baltalar çekilmiş bir nevi ilk kan dökülmüştü. Dietmar Hopp’un yine bir Dortmund maçından sonra 30 kadar taraftara hakaret davası açması ortalığı karıştırdı. Çünkü koca tribünde 30 kişinin tespiti için ancak iki yol vardı. Ya kameralar ya da hedef odaklı uzak mesafe mikrofonları kullanılmalıydı ki bu ikisi de daha önce Almanya’da görülmüş uygulamalar değildi.
Geçtiğimiz aralık ayının yirmisinde oynanan deplasman karşılaşmasında Dietmar Hopp’u hedef alan Dortmund taraftarları birkaç provokatif pankartın ve dövizin yanı sıra oldukça görülür ve okunur bir biçimde ‘’Hurrensohn’’* pankartı açınca Alman Futbol Federasyonu olaya müdahale etti ve Dortmund taraftarları 2 yıl Hoffenheim’ın stadındaki maçlara gitmekten menedildi. Bunun üzerine diğer taraftar grupları da Dortmund taraftarıyla dayanışma için aynı pankartları açmaya ve aynı sloganları dile getirmeye başladı. Taraftarlar ayrıca Federasyonu sözünü tutmamakla suçluyordu, zira 2017 yılında Federasyon Başkanı Reinhard Grindel artık kolektif ceza verilmeyeceğini, bunun adil bir cezalandırma olmadığını dile getirmişti. En azından taraftarların iddiası bu yöndeydi. Dortmund taraftarına getirilen deplasman yasağı ise yalnızca Dortmund ekibine değil, bütün futbol kulüplerine ve taraftarlarına verilmiş bir ceza karşılandı ve birlikte mücadele adına tribünlerde bir dayanışma başladı.
Ne olmuştu?
22 Şubat’ta Borussia Mönchengladbach’ın ev sahipliğinde oynanan karşılaşmada, kale arkasında açılan küfürlü pankart ve Dietmar Hopp’un resminin bir hedef imlecinde resmedildiği pankart sonrası maç durmuş ve tekrarlanması durumunda maçın tatil edilebileceği anons edilmişti. Almanya’da üç aşamalı bir uyarı sistemi uygulanıyor. İlk olumsuzlukta hakem maçı durduruyor ve stat hoparlörlerinden bunun ilk seviyedeki uyarı olduğu, maçın durmasına sebebiyet veren davranışın terk edilmesi gerektiği yoksa ikinci anonsa geçileceği duyuruluyor ve hakem elverişli şartların oluştuğuna ikna olduğunda oyunu yeniden başlatıyor. Olumsuzluğun tekrarlanması durumunda hakem bu kez yardımcılarını alıp soyunma odasına gidiyor ve anons tekrarlanıyor. Bunun ikinci ve son uyarı olduğu, olumsuzluğun tekrarı durumunda maçın tatil edileceği duyuruluyor. Geçtiğimiz hafta oynanan ve konuk ekibin 6-0 kazandığı maça kadar ilk uyarı sonrası ikinci aşamaya geçilmemişti ancak Bayern maçında pankartın tekrar tekrar gösterilmesi ve küfürlü tezahüratın devam etmesi nedeniyle hakem yardımcıları ile soyunma odasına gitti. İkinci uyarı sonrasında sahaya dönen ekipler sahalarda daha önce yalnızca birkaç dakikalığına rastladığımız bir protesto biçime imza atarak gol atma ya da herhangi bir mücadele amacı gütmeden orta alanda paslaşarak maçın sonuna kadar zaman geçirdiler. Daha önceleri paralarını alamayan futbolcuların ilk bir dakika hareketsiz durmalarına ya da rakiple paslaşmalarına şahit olmuştuk ama maç içerisinde taraftarı protesto için yapılan bu paslaşmaların bir örneğini hatırlamıyorum. Öte yandan geçtiğimiz yıllarda Schalke 04’ün evinde oynanan RB Leipzig maçında bütün stadın dakikalarca milli forvet Timo Werner’e dakikalarca küfretmesine hakemlerin sessiz kalması ve bahse konu uyarı sıralamasının izlenmemesi ayrı bir tartışma konusu olmuş durumda. Geçtiğimiz hafta ikinci ligde oynanan karşılaşmada açılan ‘’Dietmar Hopp ist ein Timo Werner’’** pankartı ise bu olaya bir gönderme ancak açıkça küfredilmediğinden buna yönelik bir uyarı yapılmadı.
En son geçtiğimiz hafta Münih maçında yaşananlarla artık bütün Avrupa futbolunun gündemine oturan olaylarda henüz bir orta yol bulunmuş değil.
*Or..pu Çocuğu
**Dietmar Hopp bir Timo Werner’dir.