Nestor El Maestro ismini çoğumuz 3 aydır biliyoruz, birçoğumuz da Beşiktaş maçından sonraki Cemal Süreyavari demeciyle duydu; “Hayat, derinde savunma yapmak için çok kısa.”
Maçın ardından böyle bir söz söyleyebilen birinin bugüne dek yaşadığı hayata bir göz atmak gerekir diye düşündüm ve Nestor El Maestro’nun geçmişini araştırdım. İsim değişikliğinden ve Slovakya’da 37 yıldır şampiyon olamayan bir takımı şampiyon yapmaktan daha başka şeyler bulmayı umuyordum. Buldum…
Yazının Nestor El Maestro’nun bir hayat hikayesi ve Yasemin’in penceresi tadında geçmemesi için kendi röportajlarından alıntılar ve Göztepe dönemiyle öncesi arasındaki benzerlik ve farklılıklara da geniş bir yer ayırdım. Hazırsanız içinde gerçek El Maestro’yu, Amy Winehouse’u, kardeşliği, Zidane olmayı ve canlı yayında hayatı sorgulamayı da barındıran yok yok ne ararsan var tadındaki yazıya başlayalım. Zira hayat kısa ama bu yazı biraz uzun…
BİRİNCİ BÖLÜM
YABANCI DİL
Jevtic ailesi, Nestor 8 yaşındayken Yugoslavya’daki iç savaş nedeniyle Londra’ya taşınmış. Bu geçiş Nestor için birçok sebeple çok kolay olmamış. En başta dil meselesi geliyor. Küçük kardeşi daha yeni doğmuş olan Nestor, kendini bir anda dilini bilmediği bir ülkede, annesi babası dışında tanıdığı kimsenin olmadığı “yabancı” bir yerde bulur. Uyum sağlamakta biraz güçlük çektiği İngiltere’de, dil öğrenme konusundaki meziyetinin ilk örneğini gösterir ve kısa zamanda aksanlı da olsa iyi bir şekilde İngilizce konuşmayı öğrenir. İngilizce, Nestor’un öğrendiği ilk yabancı dildir ama küçük yaştaki bu tecrübe onun dile yatkınlığını geliştirir. Nestor El Maestro bugün 5 (hatta bazı kaynaklara göre 7) dil biliyor; Almanca, İngilizce, Sırpçanın yanı sıra İspanyolca ve Portekizceyi akıcı bir şekilde konuşabiliyor. Bugüne kadar gittiği neredeyse her ülkenin dilini öğrenmiş. Nestor El Maestro, çocukluğundan bu yana gittiği her yere bir şekilde ayak uydurup orada ayakta kalmanın hatta şampiyon olmanın bir yolunu bulmuş. Ama tabii ki her beceri gibi bu da kendiliğinden gelişmemiş…
İNGİLTERE GÜNLERİ: OKUL ve FUTBOL
Nestor, İngiltere’de yatılı okulda okumuş. Üstelik söylediğine göre inek bir öğrenciymiş ve oldukça pahalı bir okulda burs kazanmayı başarmış. O dönemi şöyle anlatıyor; “Oxford ya da Cambridge kolay değildi tabii ama imkansız da değildi aslında. Ben biraz inek bir öğrenciydim. Pahalı bir yatılı okula gidiyordum ama çok iyi bir burs kazanmıştım, onunla okudum. Futbol oynama tutkusu da o dönem okuldaki çevremden doğdu. Oynarken çok eğleniyorduk, futbolu seviyordum. Bir de benim içimde bir tutku var en başından beri. Gençken tam ergenlik zamanında, olup bitenin merkezinde olmak istedim. O dönem hayatın merkezinde futbol vardı. Hayattan uzak kalmak istemedim. Bilirsiniz, ya harekete geçersiniz ya da seyirci kalırsınız. Ben hareket halinde olmayı seçtim ve o zaman futbol bunun için, belki biraz alışılmadık, ama benim için doğru yoldu. Bir de belki o zaman çocuktuk diye bize öyle geliyordu ama biz Premier Lig’in en şaşaalı günlerinde çocuktuk. Bunun etkisi de büyük, büyülü bir ortam vardı.”
Premier Lig’in en şaşaalı günleri olarak yorumladığı ya da belki de çocukken bana öyle geliyordu dediği dönemde sürekli futbol izleyip futbolcuları takip ettiği için o da futbol oynamaya başlamış. Ama Nestor El Maestro şimdi geriye dönüp bakınca “futbolcu olma isteğini” bambaşka bir noktadan anlamlandırıyor. Evet yatılı okurken futbola merak sarmış, zaten babası onu küçükken Kızılyıldız maçına götürdüğünde oyundan büyülenmiş, İngiltere’ye geldiklerinde de ilk iş maça gitmek ve top oynayacak arkadaşlar bulmak olmuş. Ama şimdi geriye dönüp baktığında futbola bulaşma hikayesini “hayatın içinde kalmak, merkezinde olmak ve hayata izleyici kalmamak” bağlamından açıklaması kayda değer. Ki bu açıklaması bizi kendisinin de başka bir röportajında söylediği bir konuya getiriyor.
ÇEKİNGEN VE İÇE KAPANIK (MI?)
“El Maestro Göztepe’de!” haberleri çıktığında ilk karşılaştığımız görüntü, yedek kulübesinin üstüne çıkmış çılgınlar gibi kutlama yapan bir adamdı. Zaten Göztepe de sosyal medya hesaplarından transferi El Maestro’ya davul çaldırarak duyurdu. Klopp gibi çılgın enerjisi olan, hali tavrıyla da Diego Simeone’yi andıran bir adamın üstelik ilk gençliğinden bu yana Avrupa’yı dolaşan ve yıllardır antrenörlük yapan Sırp asıllı İngiliz bir adamın çekingen ve içe kapanık olması, ilk intibasıyla pek örtüşmüyor. Ama o kendini böyle tanımlıyor;
“Beni tanıyanlar benim sessiz ve içe dönük olduğumu söylerler. Kısmen basit ve sakin bir insan sayılırım, takdire ve onaylanmaya hiç ihtiyaç duymadım. Bunun futbol antrenörlüğüyle örtüşmediğinin farkındayım. Ben olabildiğince dürüst olmaya çalışıyorum. Benim için yalan yerine doğruyu olduğu gibi söylemek çok daha rahat çünkü sürekli bir şeyler saklamak, bir şeyi evirip çevirmek benim için daha yorucu. Bir de ben iyi bir aktör değilim, beceremem. O yüzden klişe laflardan hoşlanmıyorum, gerçekten içimden geçeni söylemek istiyorum.”
Zaten onu biraz araştırınca, röportajlarında anlattıklarına ve anlatırken haline baktığınızda farkına varıyorsunuz. Bazen bazı röportajlarında karşısındakinin ya da kameranın yerine başka taraflara bakması da onun bu çekingenliğinden ileri geliyor. Tabii her ne kadar sakin ve sessiz olduğunu söylese de çileden çıktığı ve kendini kaybettiği anlar yok sanmayın. Nestor El Maestro’nun yukarıdaki açıklamalarıyla çelişen “fevri” kişiliğine ve davranışlarına da geleceğiz. Şu kadarını söyleyeyim; gerçekten aklına eseni söylemesi yani tam bir dürüstlük için kendini kaybetmesi ve çok sinirlenmiş olması gerekiyor. Henüz Türkiye’de böyle bir anına denk gelmedik ama geçmişte kendini kaybettiği, televizyon kameralarına söylenmesine çok alışık olmadığımız cümleler kurduğu ve olay yarattığı anlar var. Geleceğiz… İçinden geçenleri sansürleyerek, kendini frenleyerek söylemeyi nasıl öğrendiğine de…
İNGİLTERE GÜNLERİ: ANTRENÖRLÜK?
Devam edelim. Yatılı okulda arkadaşlarıyla futbol oynayan ve Premier Lig’in büyüsüne kapılıp futbolcu olmak isteyen Nestor, 16 yaşına geldiğinde artık kabullenmesi gereken bir gerçekle yüz yüze kalır. İyi bir futbolcu değildir ve olamayacaktır. Bunu o yaşta kabul edip direksiyonu başka bir yöne kırmaya karar verişi, daha o dönem yaşıtlarından ne kadar olgun olduğunu gösteriyor. Zaten bir röportajında “Benden geçti artık, onu gençler yapsın” minvalinde konuştuğunda karşısındaki gazetecinin “Ama daha 35 yaşındasınız” uyarısı üzerine “Öyle hissetmiyorum, daha çok yaşlı bir koç gibi hissediyorum. Teknik direktör olana kadar çok uzun bir yardımcı antrenörlük dönemi geçirdim; on yıllardan, yüzlerce maçtan ve binlerce antrenmandan bahsediyorum… Genç hissetmiyorum.” demesi de hayata genç yaşta atılmasından.
Ama ondaki “o tutkulu kişilik” her zaman ileriye gitmesi ve kariyerinde ilerlemesi için onu dürtmeyi sürdürüyor. Tıpkı 16 yaşında futbolculuktan vazgeçer geçmez hemen antrenörlükle ilgili fırsatları kovalamaya başladığındaki gibi.
Nestor dümeni saha kenarına kırınca ilk iş UEFA B lisansı almış ve erişebildiği tüm maçları izleyip analizlerini bulabildiği, ulaşabildiği tüm futbol adamlarına göndermeye başlamış. Sonunda West Ham stajyer olarak ona kapılarını açmış. 17 yaşında küçükler antrenörü olarak yarı zamanlı ve az biraz maaşlı olarak işe girmiş. Antrenörlük macerası da böyle başlamış. Kendi deyimiyle biraz para da verdikleri bir staj gibi. O dönemi şöyle özetliyor; “Ne yaptığımı ya da ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Ama iki şeyden emindim; futbolu seviyordum ve profesyonel futbolcu olabilecek kadar iyi değildim.”
LONDRA GÜNLÜKLERİ – BU İSİM BİRAZ ŞEY Mİ?
Nestor, ailesiyle Londra’da yaşadığı ve West Ham’da yarı zamanlı işe girdiği o dönem bazı şeylerden huzursuzluk duymaya başlamış. Yugoslavya’daki iç savaşın sürdüğü dönemde isminin -ic’le bitmesinden, Milosevic’i hatırlatmasından ve Yugoslav olduğunun daha isminden anlaşılmasından rahatsız olan Nestor, adını değiştirmeye karar vermiş ve aklına gelen en İngilizvari ismi seçmiş. Bu ismin ne olduğunu röportajlarda ısrarla söylemiyor ama John Smith gibi çok klasik bir İngiliz ismi olduğunu, “fakat gerçek ismi söylemek istemediğini” söylüyor. “İlk” isim değişikliğinin gerekçesini şöyle anlatıyor; “Bunu üzerimdeki bir etiket, bir yafta gibi hissettim. İnsanların ismimi öğrendiğinde hakkımda ilk düşündüğü şeyin Yugoslavya, iç savaş ve diğer şeyler olmasından, yarattığım ilk intibanın bu olmasından hiç hoşlanmadım.”
El Maestro soyadını 18 yaşında alıyor. 18 yaşına geldiğindeyse annesi babası Sırp olan, iyi İngilizce konuşsa da bariz bir Doğu Avrupalı aksanı olan kod adı “John Smith”, durumunu saçma bulmaya başlıyor ve soyadı rahatsız ediyorsa niye sadece onu değiştirmediğini düşünüyor. Nestor’un futbolcu olamayacağını anlayıp bıraktığı dönemde ismi “Geleceğin yıldızları” arasında anılan küçük kardeşi Nikon’a İngiltere’de bir gazetenin taktığı lakabı soy isim olarak almaya karar veriyor. El Maestro ismi böylece iki kardeşin soy ismi haline geliyor. Küçük kardeş Nikon; “İngiltere’de o dönem bu tarz şeyler kolaydı, biz de soy ismimizi değiştirdik” diye hatırlıyor. Bu duruma anne babalarının nasıl tepki verdiğiyse muamma. Ama o günden itibaren iki kardeş de kendi kariyerlerinde ilerlerken “El Maestro” soy ismiyle tanınmaya başlıyorlar.
İsim değişiklikleri konusunda Nestor El Maestro’nun geçen yıl verdiği bir röportajda söylediği güzel bir şey var; “Bu soyadı meselesi kariyerim başından beri yakamı bırakmadı,” diyor. “20 yıl önce yaptığım bir şeydi, artık çocuklarım ve eşimin soy ismi de bu. Geri dönüşü yok ama şunu bir kez daha söylemek istiyorum. Bunu yaptığımda 18 yaşındaydım, şu an 38 yaşındayım; çok daha olgun ve tecrübeliyim. Gençlik hatalarımdan biriydi ve şunu da söyleyeyim bu hatalarımdan sadece birinin bilinmesinden çok memnunum. İyi ki diğerlerini kimse bilmiyor.”
Neredeyse her röportajda kendisine bu sorunun sorulmasından bıkan Nestor El Maestro, Avusturya’da kendisine sorulan “İsim değişikliğini değil ama şu anki Nestor El Maestro’yla 17 yaşındaki arasında değişmeyen ne var onu soracağım. 20 yılda şu hiç değişmediği diyebileceğiniz bir şeyler var mı?” sorusuna çok seviniyor. Uzun ve güzel bir cevap veriyor;
“Güzel soru. Düşüneyim. Klişe bir cevap vermeyeyim şimdi; çok bir şey yok. Dışarıdan beni gören insanlar için ben tamamen başka biriyim artık. Ben kimdim nasıl biriydim diye düşündüğümde şöyle diyeyim utanıyorum, evet utanıyorum. Ama çılgınca şeyler yaptım, gariplikler yaptım falan diye değil; şimdi dönüp bakınca yaptıklarım bana çok naif, çocuksu, cahilce geliyor – sadece işim değişikliğinden bahsetmiyorum. Genel olarak konuşuyorum. Mesela eskiden şimdikinden çok daha kibirliydim; hiçbir şey bilmeden kendimi çok girişken bir antrenör falan sanıyordum. O zamanlar her şeyden ne kadar bihaber olduğumu, hiçbir şeyin farkında olmadığımı ancak yıllar geçince anladım. (Gülüyor) Akıl alır gibi değil… Ama yıllarca çok değerli antrenörlerin yardımcılığını yaptım ve nihayetinde hep birlikte başarılı olduk. Şimdi dönüp bakınca o zaman yaşadıklarımızı da ne kadar az idrak edebildiğimi fark ediyorum. Hangi seviyede çalıştığımı anlayamamışım; Şampiyonlar Ligi, Avrupa Ligi çeyrek finallerindeydim ben, yedek kulübesinde oturuyordum. Bayern Münih’le o kadar çok maç yaptım ki skorları bile hatırlamıyorum. Yani böyle bir seviyede çalışıyordum ve ne olup bittiğinden bihaberdim. Bayern’i bir kere mağlup bile ettik şimdi hatırlıyorum…
“Diğer tarafa gelirsek özel hayatımdaki insanların, beni gerçekten tanıyan insanların, iş hayatın genel ilkelerine geldiğinde benim aşağı yukarı aynı insan olduğumu söyleyeceklerini tahmin ediyorum. Eskiden hangi avantajlarım varsa yine onlara sahibim, aynı şekilde dezavantajlarım da öyle. Aynı. Annemle babamın bende sevmediği, şikayet ettiği ne varsa şimdi sorun yine aynı şeylerden yakınırlar. Eşim de 10 yıldır ne için kavga ediyorsak yine aynı konularda kavga ediyoruz diyecektir.”
Aşağı yukarı hepimiz için yakın çevremizdeki insanlar açısından durum aynıdır. Biz şimdilik işin yardımcı antrenörlük kısmına bir bakalım. Ki El Maestro’nun Göztepe’deki geçirdiği yarım sezonunu değerlendirebilelim ve nelerin “değiştiğini” görebilelim;
İKİNCİ BÖLÜM
GEZGİNLİK VE GÖÇEBELİK
17 yaşından itibaren West Ham’da bir nevi stajyer olarak çalışan Nestor El Maestro, o sırada Juventus’ten aldığı teklifi kabul eder ve hem daha iyi koşullarda hem de daha çok para kazanabileceği Torino’ya taşınır. İtalya’da onda iz bırakan kalıcı bir tecrübe yaşamaz belki ama aynı dönemde Viyana’ya yerleşen ailesinin yanına gidip gelmeye başlar ve kardeşi Nikon’u Londra’dayken olduğu gibi birebir çalıştırmaya devam eder. İlk günden bu yana kardeşinde kendinde olmayan bir futbol yeteneği görmektedir. O ışığı gören sadece Nestor ya da Nikon’a “El Maestro” lakabını takan Londra medyası değildir ve Viyana’da iş başka bir boyuta gelir.
Emlakçılık yapan babalarının çalıştığı şirketin onu Avusturya’ya göndermek istemesi üzerine Nevtic ailesi Nikon’la birlikte 2002 yılında Viyana’ya taşınmıştır. Küçük Nikon Austria Wien altyapısına yazdırılır ve orada yıldızlaşır, önce Viyana’da ardından tüm Avusturya’da geleceğin yıldız oyuncusu olarak nam salar. O kadar ki birkaç yıl içinde uluslararası bir star olacağı konuşulur. Nestor, West Ham günlerinden bu yana kardeşiyle birebir ilgilendiği gibi, Juventus’ta çalışırken kendi işinin yanı sıra onu da eğitmeye devam eder. Hatta kardeşinin antrenmanlarından ve maçlarından kesitlerin olduğu klipler hazırlar, sonraki yıllarda onları eğlenceli müziklerle süsleyerek Youtube’a da koyar. Bugün o videolar hala “elmaestroofficial” kanalında ve 250 binden fazla izlenmesi var.
Nihayetinde öngörüler haklı çıkar ve Viyana’da geçirdikleri birkaç uzun aydan sonra tüm Avrupa, geleceğin yeni yıldızı olmasını umdukları Nikon El Maestro’nun peşinden koşmaya başlar. Bu kulüpler arasında Barcelona, Real Madrid ve bazı büyük İngiliz kulüpleri de var. Nikon hakkında geçtiğimiz yıllarda “Kayan yıldız” minvalinde bir yazı hazırlanmıştı; eğer o yazıyı hazırlayan GOAL editörlerinin ulaştığı bilgiler doğruysa Jevtic ailesi “Nikon’un yanında Nestor’un da antrenör olarak kulüplerin akademilerine transfer edilmesini” şart koşar ve bu şart, kulüplerin Nikon’un transferden uzaklaşmasına sebep olur. İlk bakışta ne ailenin bunda diretmesi, ne Nestor’un kardeşine bu şekilde engel olması ne de kulüplerin böyle büyük potansiyelli bir yıldızı “bu yüzden” kadroya katmaktan vazgeçmesi mantıklı geliyor. Ama böyle bir iddia olduğunu ve bu iddiayı haklı çıkarma potansiyeli olan olayların yaşandığını not düşelim. Nikon İspanya’ya transfer olur, bu takım Barcelona ya da Madrid değildir ama nihayetinde tam da zirve dönemlerini yaşayan Valencia’dır ve Nestor da Valencia’nın gençlik akademisinde antrenör olarak işe başlar.
YEDEK KULÜBESİ
Nestor açısından İspanyol futbolunu gözlemlemek, burada çalışıp tecrübe kazanmak önemli bir kazanımdır; üstelik burada İspanyolca öğrenir ve ilerde İspanyolca biliyor olmasının kendisine oyuncularla iletişimde çok büyük artısı olduğundan bahseder. Ama Valencia antrenörlükte anlamında Nestor’a seviye atlatmaz. Yine de burada birkaç yıl kalırlar. Fakat artık bir şeyler yapmak gerektiğini hissettiği dönemde Nestor, antrenör Mirko Slomka’yla tanışır. Slomka bu genç adamdan etkilenir, 2006 yılında henüz 23 yaşında Nestor Schalke’de onun yardımcı antrenörü olur ve profesyonel anlamda gerçek antrenörlük kariyeri başlar.
Birkaç yıl önce eşofmanla verdiği bir röportajda El Maestro’ya “Sizi şortla görmemiz için havanın daha ne kadar sıcak olması lazım?” diye sorulduğunda Almanya’daki ilk günlerine döndüğü bir cevap verir; “Havuzda ya da kumsalda şort giyiyorum sadece. Güzel bacaklarım yok ama asıl sebep o değil. (Gülüyor) Benim için kişisel olarak yetişkin insanlar pantolon, eşofman giyer. Böyle daha ciddi oluyorlar. 23 yaşında Schalke’de çalışmaya başladığım ilk zamanlarda birçok insan beni futbolcu sanıyordu. Bir de takımda benden büyük bir sürü oyuncu vardı. Ben de pantolon-eşofmana geçtim; böylece biraz daha ciddi göründüğümü hissettim, kendimi teknik ekibin parçası olarak hissetmemi kolaylaştırdı. Sonra da alışkanlık olarak yerleşti.”
Almanya, Nestor’un profesyonel kariyerinin başladığı yer olduğu gibi kariyerinin ilk parlak günlerini de burada geçirir. 2006-2009 yılları arasında çalıştıkları Schalke 04’le şampiyonluk mücadelesi verirler, Schalke tarihinin en başarılı sezonlarından birinde şampiyonluğu kıl payıyla kaçırırlar. Yukarıdaki röportajda El Maestro’nun bahsettiği Şampiyonlar Ligi çeyrek finalleri bu dönemde oynanır.
Schalke döneminin bir özelliği daha var; Nestor, Schalke’de çalışırken Nikon da Schalke’ye transfer olmuştur ve kulübün gençlik takımında oynamaya başlar. Valencia transferi, Nikon’un yanında bonus olarak Nestor gibi gözükürken Schalke transferinde esas oğlan Nestor’dur.
Nikon’un takım arkadaşları arasında Julian Draxler de vardır. 2003’te neredeyse tüm Avrupa kulüplerini peşinden koşturan “çocuk yıldız” El Maestro, halen gelecek vaat etmektedir. Ama o beklenen patlama bir türlü gelmemiştir ve sanki yavaş yavaş parıltısını kaybetmektedir. Nestor’un kendini bulduğu Schalke’de Nikon kendisi için yolun sonuna geldiğini hissetmeye başlar. İlk kez burada kendini o kadar yetenekli hissetmemektedir, etrafında bir sürü yetenekli ve aynı zamanda fizik kuvveti yüksek oyuncu vardır. Kendisini yetersiz hissetmektedir. Patinajla geçen 2 yılın ardından Nikon yeniden Viyana’ya döner…
AMY WINEHOUSE ve DÜNYA VATANDAŞLIĞI
2011 güzünde Nestor, Slomka’nın yardımcısı olarak Hannover’da çalışırken ve Nikon Avusturya’da top koştururken garip bir hadise vuku bulur. Aramızda müzikle ilgilenen ya da Amy Winehouse’u sevenler varsa Amy Winehouse’un ölümünden bir süre önce verdiği Belgrad’daki konserinde seyirciler tarafından yuhalandığını hatırlayacaktır. Chelsea Handler isimli Amerikalı bir komedyen bu olayın ardından Sırp vatandaşlarına “utanmazlar, terbiyesizler” diyerek onları aşağılar ve her nasıl olduysa bu binlerce kilometre ötede Viyana’daki odasında oturan Nikon’u çok sinirlendirir.
Her nasıl olduysa diyorum çünkü Nikon röportajlarında kendini herhangi bir ülkeye, milliyete ait hissetmediğini söylüyor. Nestor El Maestro’nun “Ben kendimi dünya vatandaşı olarak görüyorum. Hangi ulusa ait olduğumu ya da kendimi nerede evimde hissettiğimi söylemek zor. Kendimi herhangi bir ülkeyle tanımlamaktan hoşlanmıyorum. Avrupalıyım ve Britanya vatandaşıyım, mesleki olarak kendimi Alman gibi hissediyorum çünkü neredeyse her şeyi orada öğrendim. Sırbistan’ı çok seviyorum, eşim de Sırp ve evde çocuklarla Sırpça konuşuyoruz ama kendimi bir ülkeye ait hissetmiyorum” demeci gibi Nikon da aşağı yukarı abisine benzer şeyler söylemiştir ama Amy Winehouse olayında çok büyük bir tepki verir. Kim bilir belki de bu olaydan sonra böyle düşünmeye başlamıştır. Olaya geri dönelim;
Nikon gençliğinin de etkisiyle fevri bir hareketle Sırpça bir rap şarkısı yazıp kaydeder; Chelsea Handler’ı bu yazıda yer veremeyeceğim çeşitli küfürlerle küstahça Belgrad’a davet ettiği rap şarkısını Youtube’a yükler ve Nikon’un formasını giydiği Wiener Neustadt yöneticileri bunu gördükten sonra onu takımdan uzaklaştırırlar. Bu sırada Nikon 18 yaşındadır, videoyu siler, özürler diler; yerel basın da onun affedilmesi gerektiğini söyler ama yönetim kararından dönmez. Wiener Neustadt, Nikon’un profesyonelliğe geçmek için son şansıdır ve böylece bu şansı da heba eder. Bu olayın ardından Macaristan’da, Polonya’da, Sırbistan’da da amatör liglerde oynar ama profesyonel olamayacağını kabullenince futbolculuğu bırakır.
ALMANYA’YA VEDA
Nestor El Maestro’nun Slomka’nın yardımcısı olarak 2010-2013 yılları arasında Hannover 96’da çalıştığını söylemiştik, ardından 2014’te sonradan kendisinin hatalı bir karar olarak anacağı Hamburg transferi ile Hamburger SV’nin başına geçerler. Ama buradaki macera uzun soluklu olmaz. Almanya’da neredeyse aralıksız 8 yıl boyunca çalışan Nestor El Maestro, belki Premier Lig’in şaşaalı günlerinde İngiltere’de büyümüştür, kendine İngiliz ismi koymuştur ama “gerçek hayata” atıldığında Alman kültürüyle donatılmış ve iş hayatında kendisine “Almanca konuşulan ülkelerde çalışma” hedefi koymuştur.
Antrenörlüğe dair neredeyse her şeyi, en kıymetli şeyleri Almanya’da çalışırken öğrenmiş, ardından 2 yıl ara verdikten (aslında sonra kendisinin de itiraf edeceği gibi bu 2 yılı teknik direktörlük teklifi bekleyerek geçirdikten) sonra Avusturya’da Thorsten Fink’in yardımcısı olarak 2014-2016 yılları arasında Austria Wien’de yardımcı antrenörlük yapar. Burada daha çok savunmadan sorumludur ve savunma kurgusu üzerine çalışır. Austria Wien’de geçirdiği 2 yılda bir yandan teknik direktörlük fırsatlarını kovalamaya devam etmektedir. Çünkü artık başa geçmenin zamanı geldiğini düşünmektedir…
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
2016-17 sezonunda Austria Wien’de yardımcı antrenörlük yaparken Avrupa Ligi maçında karşılaştıkları Spartak Trnava, Nestor El Maestro’nun dikkatini çeker. Son zamanlarda çok daha yoğun ve ciddi şekilde ilk adam olmanın zamanının geldiğini düşünen El Maestro, başlamak için uygun bir yer aramaktadır. Zamanı gelmiştir ve o maçta görmüştür ki Spartak Trnava başlamak için büyük ihtimalle doğru yerdir.
O maçtan sonra 2016 aralık ayında Trnava’nın sportif direktörüyle bir seminerde karşılaşır, orada karşılıklı fikir alışverişinde bulunurlar. Ardından 2017 baharındaki buluşmalarında Nestor El Maestro takımın antrenörlüğüne talip olduğunu söyler. Sırp asıllı teknik adamın takım analizinden ve oyuncular hakkındaki yorumlarından etkilenen yönetim, onu antrenörlüğe getirmeye karar verir ve El Maestro’nun hayatında yeni bir dönem başlar.
PATRON
2017 yazında Slovakya ekibinin başına geçen El Maestro böylece 34 yaşında ilk teknik direktörlük sınavını verir. 2016 sonunda futbolu bırakan kardeşi de artık yanındadır, o günden itibaren beraber çalışacaklardır. “Kardeşim olmadan hiçbir yere gitmem. Onsuz antrenörlük yaptığımı hayal edemiyorum, kardeşim diye demiyorum çok nitelikli, çok kaliteli bir antrenör.” diyen Nestor El Maestro, Göztepe’de de yardımcılığını yapan kardeşine takılmadan da duramıyor; “Bir de kardeşin olunca diğer antrenörlere göre daha ucuza mal oluyor.”
Kardeşi Nikon’u yardımcısı olarak ekibine dahil eden Nestor El Maestro, Trnava’da 2017/2018 sezonunu 2.03 puan ortalamasıyla hem kulübe ilk şampiyonluğunu getirir hem de kendisinin teknik adam olarak ilk şampiyonluğunu yaşar. İlk antrenörlük ilk sezonunda ilk kupa. Bu başarı başlı başına manşet olmasına rağmen El Maestro’nun Trnava döneminde dikkat çeken başka detaylar da var.
Henüz takımın başına geldiği dönem verdiği röportajlarda dahi; “Dürüst olacağım, daha iyi liglerden daha iyi bir teklif alamadığım için buraya geldim. Batı Avrupa’da görüştüğüm bir kulüp vardı ama görüşmekle sözleşme imzalanmasının ne kadar farklı şeyler olduğunu anladım. Spartak Trnava bana bir sözleşme önerdi ve seçeneklerin arasındaki en iyisi burası olduğu için buraya geldim.”
“Artık yardımcı antrenör olarak devam etmek istemiyordum… Kulüpteki herkes biliyor, burada bir ev almadım ya da tüm profesyonel hayatımı Slovakya’da geçirme niyetim yok. Trnava’dan adım adım ilerleyip Almanya’ya gitmeyi hedefliyorum. Öncelikli hedef kendimi evde hissettiğim Almanca konuşulan liglerde görev alabilmek. Her antrenörün daha büyük takımları çalıştırma hayali, hedefi vardır.”
Böyle düşünen ve bunu açıkça ifade eden birinin ilk fırsatta takım değiştirmesi kaçınılmazdı. O da öyle yaptı.
SOFYA – HAKEME YALVARMAK
El Maestro, Almanca konuşulan ülkelere gitme isteğini gerçekleştiremese de Bulgaristan’ın köklü kulüplerinden CSKA Sofya’dan aldığı teklifi kabul eder ve ekibiyle birlikte Sofya’ya giderler. El Maestro burada iyi bir sınav verir, maç başına topladığı 2.25 puan, CSKA Sofya’nın son 13 yıldaki en yüksek puan ortalamasıdır. Ama 2019 şubatında; tam da sezonun ikinci yarısının başında sürpriz bir şekilde sözleşmesi feshedilir. Yüksek puan ortalamasına rağmen verilen bu karar çok rasyonel görünmese de yöneticilerin El Maestro’nun çizdiği profil ve bazı davranışlarıyla ilgili sorunları olabilir;
2018 yılının sonunda CSKA Sofya antrenörüyken 1-1 berabere giden bir maçın sonunda hakemin daha fazla kayıp zaman vermesi gerektiğine inanan El Maestro önce dördüncü hakeme ardından hakeme itiraz eder, oyunun daha fazla durduğunu, daha fazla uzatma gerektiğine hakemleri ikna etmeye çalışırken bir anda hakemin karşısında diz çöker ve ellerini dua eder gibi kavuşturarak adeta yalvarır gibi bir konuma düşer. Bu görüntü, karşısındaki hakemi afallattığı gibi CSKA taraftarını da şoka uğratır. Yönetimin de kayıp zaman için hakeme diz çöken bir teknik direktörü hoş karşılamadığı tahmin edilebilir. Tek sebep değildir elbet ama bu garip olayın, bitişin başlangıcı olduğu iddia edilebilir.
El Maestro da maçtan sonra bu davranışından pişman olmuştur; belki gençlik dönemindeki o unutmak istediği hatalarının arasına bunu da almış olabilir ama maalesef bu seferki canlı yayında gerçekleşmişti. Üstelik El Maestro galiba yeteri kadar ders almamıştı; çünkü daha feci bir fevrilik ve çok daha sıkıntılı bir kendini kaybetme anı, çok değil bir yıl sonra bir kez daha yaşanacaktır…
STURM GRAZ – GÜZEL GÜNLER
CSKA’dan ayrıldığı 2019 şubatından sonra Viyana’ya yerleşen El Maestro’nun adı 2019 martından itibaren Sturm Graz’la anılmaya başlar, Haziran 2019’da Sturm Graz’ın başına geçer. 2016-2017 sezonunda Thorsten Fink’in yardımcısı olarak Wien’de çalışan El Maestro bu kez teknik direktör olarak yeniden Avusturya ligine döner.
Avusturya’daki taraftar ve medya için o hala “bir zamanların çocuk yıldızı Nikon El Maestro’nun abisi”dir. Nikon’un şimdi onun teknik heyetinde olması da basının ilgisini çeker. Ama Nestor El Maestro buraya bir şampiyon ve Sofya’da hakkı yenmiş başarılı bir teknik direktör olarak dönmüştür. O artık fikirleri olgunlaşmış, kendine güveni yüksek ve genç yaşta şampiyon olmuş başarılı bir teknik adamdır. Üstelik sonunda “Almanca konuşulan bir lig”de, Alman Bundesliga’sı olmasa da bir Bundesliga’da çalışarak hedeflerine bir adım daha yaklaşmıştır.
Sturm Graz’daki görevine de bu özgüvenle başlar ve göreve başladığı ilk günlerde uzun uzun konuştuğu, derinlikli ve nitelikli röportajlar verir. O kadar ki “Sturm Graz’da nasıl bir futbol tarzı benimseyeceksiniz?” sorusuna politik doğruculuktan başlayıp antrenörlerin oyun tarzlarını neden anlatmaması gerektiğine uzanan geniş bir yelpazede tam 9 dakika süren cevaplar verir.
Kendinden emin, burada olmaktan mutlu ve artık kendini ispat etmiş, hedeflerine gittikçe yaklaşan biri. Buradan sonrası için de yükselmeye ve Batı’ya ilerlemeye devam edecek. Belki İngiltere’ye… Ama öyle olmayacağını biliyoruz. Biz yine de önce Sturm Graz’daki güzel günlere bakalım. Zira uzun sürmeyecek, Graz onun için acı hatıralarla dolu bir yer haline gelecek…
RÖPORTAJLAR VE ALINTILAR
Takımına oynatmayı düşündüğü futbol tarzı sorulduğunda şöyle diyor; “Ben Guardiola gibi bir şeyler icat eden, yeni şeyler yaratan biri değilim. Sahada takımımdan yapmalarını istediğim hiçbir şey yeni değil, daha önceki antrenörlerden ve takip ettiğim insanlardan gördüğüm şeyler. Birçok farklı takımı izliyorum, ilhamın nereden ne zaman geleceği belli olmuyor, farklı yerlerden farklı fikirler elde edebiliyorsunuz. Juventus’un oyununu beğeniyorum ama Napoli’nin oynadığı oyun da (Röportajın 2019’a ait olduğunu not düşelim) güzel; çok farklı bir oyun oynuyorlar ama iki oyundan da öğrenilecek şeyler var. Atletico Madrid’i birçok açıdan beğeniyorum ama Real Madrid de kötü değil. Çok fazla maç izliyorum ve takip etmeye çalışıyorum.”
KLOPP-SIMONE ve GUARDIOLA
Kendi idealindeki oyunun hangi teknik adamın oyununa benzer olduğu sorulduğundaysa şöyle diyor; “Klopp’un Liverpool’la yaptıkları bana göre olağanüstü. Bence şu an onların oynadıkları oyun en dikkat çekici ve en iyi oyun. Şampiyonlar Ligi’ni kazanarak o oyunun en iyi olduğunu ispatladılar ve başarılarını taçlandırdılar.”
Başka bir röportajda benimsediği oyun felsefesi ve Diego Simeone’yi rol model alıp almadığı sorulduğundaysa; “Simeone’nin sistemi iyi çünkü her seviyede uygulanabilir bir sistem. Slovakya’da oynattığımız oyun da aşağı yukarı onların sistemiydi. Graz’da da kıyaslanabilir yönler var, ama o kadar da benzediğini düşünmüyorum.” diyor.
Bir dönem Guardiola’ya benzetilse de The Guardian’daki röportajında vurguladığı şeyin bir kez daha altını çiziyor; “Tamamen farklı evrenlerdeyiz. Bambaşka iki oyundan bahsediyoruz, Guardiola’nın takımları topu kontrol ederek oyunu yönetiyorlar; bizse topsuz oyunla fark yaratmaya çalışıyoruz, topsuz oyunda yapacaklarımıza daha çok odaklıyız.”
Zaten Guardiola’yu değil daha ziyade Klopp ve Simeone’yi örnek aldığını saklamıyor.
Göreve ilk geldiğinde verdiği röportajda Sturm Graz’ın onun yönetiminde nasıl bir oyun sahaya koyacağı sorusuna uzun ve gayet politik cümleler kurduktan sonra “duymak istiyorlarsa klişe yanıtlar vereceğini ama hangi maçta nasıl bir oyun oynayacaklarına dair net bir cevap vermeyeceğini” söylüyor ve şu benzetmeyi yapıyor; “Kız arkadaşınızın size ondan önce kaç kızla birlikte olduğunuzu sorması gibi bu soru. Bir doğru cevap var, evet, ama vereceğiniz her cevap yanlış aslında. O yüzden en iyisi hiçbir şey dememek.” Şahane.
Başka bir röportajındaysa önceki röportajlarından farklı olarak “Haftada kaç maç izlediği” sorusuna bu kez başka bir yanıt veriyor;
“O kadar çok maç izlemiyorum. Baş antrenör olmanın dezavantajlarından biri de bu. O romantik futbol görüşümü, fanatik tarafımı kaybettim. Bir noktada artık doyuyorsunuz. Çok fazla canlı maç izlemiyorum, imkanım varsa bir sonraki rakibimizin vakit kalırsa bir sonrakinin, sonra diğerinin maçlarını izlemeyi tercih ediyorum. Teknik direktörler olarak zaten kendi takımımızın ve rakiplerimizin bir sürü maçını, videosunu izleyip duruyoruz. Şahsen bilgisayarın başında geçirdiğim koca bir günün akşamında Barcelona’nın Şampiyonlar Ligi grup maçı o kadar da beni çekmiyor. İzlemesem de olur diyorum çoğu zaman.”
ZIDANE OLMAK
Yukarıda bahsettiğim 9 dakikalık cevap olayının bir benzerine sizin de tanıklık etmeniz adına şu soruyu ve cevabı doğrudan çeviriyorum;
SORU: “Röportajlarınızda Arrigo Sacchi’den Diego Simeone’ye birçok büyük hocaya atıf yapıyorsunuz. Antrenörlük dünyasında en son ne zaman “büyük bir şey” öğrendiniz, neydi hatırlıyor musunuz?”
EL MAESTRO: “Taktiksel açıdan bir evraka akını yaşadığımda, bir şeyi keşfettiğimde, bir şeyin farkına vardığımda ya da bir sorunun çözümünü bulduğumda oluyor o dediğiniz. Eskiden daha sık olurdu. Kendinizi hep rakibe göre düşünüyorsunuz, onların her zaman doğru şeyi yaptığını düşünüyorsunuz. Sonra bakıyorsunuz gerçekten iyi gözüküyor ve yaptıkları şey doğru, iyi işliyor. Bir şey dank ediyor kafanıza: Niye hakikaten? Ne olduğu değil, ama bu işin temelinde ne var? Herkesten farklı ne yapıyorlar da onlarınki bu kadar iyi işliyor? Sonra eğer yeterince dikkatli bakarsanız, sonunda ne olduğunu görüyorsunuz. Dünyanın en kolay işi değil ama nihayetinde kuantum fiziği de değil. Böylece ne olup bittiğini anlıyorsunuz ve bu böyle devam edip gidiyor. Biraz pratikle de alakalı; daha çok izledikçe, daha çok baktıkça ne olup bittiğini daha hızlı görmeye başlıyorsunuz.
“Ben yardımcılıklarını yaptığım antrenörleri her zaman çok takdir etmişimdir: Onlar için bir sürü maç analiz ettim, günlerce günlerce rakipleri izledim. Sonra onlar sadece maçın ilk yarısının yarısını izler ve “Tamam bu kadarı yeterli” derlerdi. İlk başıma geldiğinde tembel olduklarını düşünürdüm – ama sonra onlarla konuşunca benimle aynı şeyi görmeleri için onlara o kadar vaktin yettiğini gördüm. Benim bir buçuk günümü alan şeyi onlar 15 dakikada görebiliyordu. İşte şimdi benim de daha az vaktim var… Soru neydi bu arada?” (Gülüyor)
SORU: “Son büyük şey?”
EL MAESTRO: “Birçok olumlu istatistiğim var, tabii olumsuz da çok. Beni eleştirenler, teknik direktör olarak büyük maçları – derbileri kazanamadığı söylüyorlar. İstatistiksel olarak doğru. Birkaç ay önce Zinedine Zidane’ın Real Madrid’le Şampiyonlar Ligi finalinin devre arasındaki bir videosunu izledim. Başta büyük bir hayal kırıklığıydı benim açımdan; farklı hiçbir şey demiyor, hiçbir şey yapmıyordu. Çok sıkıcıydı, çok bildikti; hayal kırıklığına uğradım. Sonra biraz bunun üzerine düşündüm ve bir sonuca vardım – doğru mu değil mi emin değilim şu an – ama özellikle büyük maçlarda sakin kalmak, gergin olmamak; bunu takıma da geçirmek ve sağlam ve sakin bir duruş sergilemek inanılmaz önemli.
“Artık bir takımın, antrenörlerinin duygularını sünger gibi emdiklerini biliyorum. Eğer antrenör gerginse takım da çoğu zaman geriliyor. Bir teknik direktör bağırıp duruyorsa, etrafa bir şeyler fırlatıyorsa sinirden takım da bundan etkileniyor. Tabii yedek kulübesinde oturup uyuyun demiyorum ama özellikle de büyük maçlarda sakin kalmanın, olup bitenden bağımsız sağlam durmanın ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Bunu fark ettiğimde oldukça etkilenmiştim. Ben böyle büyük maçlarda, derbilerde daha özel hazırlıklar yapar, oyuncuları daha da motive edip yüreklendirmeye çalışırdım. Bunu yapmamayı öğrendim, artık sakin ve sağlam kalmaya çalışıyorum.”
Burada El Maestro’nun dedikleri çok kıymetli olduğu gibi maalesef bu dediklerini en azından o yıl Sturm Graz’ın başındayken gerçekleştirmeyi başaramadığını ve hatta “Yapmamalıyım!” dediği şeylerin hepsini maalesef yaptığına dair bir ön bilgi vermek isterim.
FUTBOLCULARINDA NE ARIYOR?
Başka bir röportajında El Maestro’ya oyuncularında “zekaya ne kadar önem verdiği” sorulduğunda enteresan bir yanıt veriyor;
“Zeki insanlarla çalışmayı severim ama tabii IQ testi yapmıyorum. Fakat, zekanın başarıyla çok küçük bir bağı olduğuna inanıyorum. Evet takımda zeki oyunculara ihtiyaç var ama şuna da inanıyorum: Daha ‘basit’ dediğimiz bazı insanların daha iyi karakteri ve kalbi oluyor ve onları motive etmek ve hedefe odaklamak daha kolay oluyor.”
KARAKTER-KOŞU ve KALİTE
Ardından “bir futbolcuda önce hangi özelliklere baktığı” sorulduğunda; “İlk ve en önemli şey karakter. İkinci sırada koşmaya istekli olması var. Bir de bazı pozisyonlar için ek olarak ‘neticeye etki eden kalite farkı’ olarak adlandırdığım bir şeyi arıyorum ama bir takımda 2 ya da 3 oyuncuda ararım bu sonuncusunu. Bu bahsettiğim tarzdaki oyuncular, hiç pozisyon yokken pozisyon yaratıp şapkadan tavşan çıkarıp yoktan gol var eden oyuncular. Bir antrenör için bu çok değerli. Bir maçı çok iyi oynamasanız bile böyle bir oyuncu çıkıp o maçı size getirebilir.”
Hocanın bu cevabı onun Göztepe’de özellikle Kasımpaşa maçıyla birlikte oynatmaya çalıştığı oyunun gerekliliklerini ortaya koyuyor. Koşmaya isteklilik, sahaya karakter koymak ve kötü giden maçlarda yoktan gol çıkarmak. Hatta eksikliğinden dem vurduğu ve iyi maçlarda bile puan çıkaramamalarının sebebi de hocanın özel önem verdiği “neticeye etki eden kalite farkı” diye tahmin ediyorum. Bu konuda oldukça güzel analizler olduğu için bu kadarıyla yetiniyorum. Fakat şunu söylemek isterim; Graz’a geldikten sonra işlerin ve mali durumun tam da ona söylendiği gibi olmadığını ve takım finansının sıkıntılı olduğunu ve kadro kalitesinin umduğu kadar iyi olmadığını anladığı andan itibaren işler biraz kötü gitmeye başlıyor. Ki bunların içerisinde Göztepe dönemiyle ciddi bağlantılar ve paralellikler göze çarpıyor. Fakat şunu da söyleyeyim, hoca buradaki “kötü ve çok kötü” tecrübelerinden bu sefer ciddi dersler çıkarmış. Özellikle hakemlerle ve basınla ilişkilerinde kendini kontrol etmeyi öğrenmiş gözüküyor. Fakat Sturm Graz’da henüz ‘Zidane’lıktan çok uzakmış;
DAHA KÖTÜLERİNDEN ÖNCEKİ KÖTÜ GÜNLER
Az önce bahsettiğim gibi Graz’a geldikten sonra takımda bazı mevkilere transfer istediğinde kulübün ekonomik durumunun oldukça kötü olduğu ortaya çıkıyor. Büyük ihtimalle durumu aşağı yukarı biliyordur, ama göreve başladıktan sonra mali durumun ona söylenenden daha kötü olduğunu fark ediyor.
Konu hakkında yine bir benzetmeyle şöyle diyor; “Kadro derinliği tabii ki çok önemli bir şey, elinizde alternatifler olması iyidir. Ama nerede ne durumda hangi şartlar altında olduğumuzu da bilmemiz lazım, bunu gayet banal bir şekilde söylüyorum: Bizim futbolculara ödediğimiz maaşlar ne kadar? Pazarı bu kritere göre daraltmak çok zor bir şey. Kendinize bir ev baktığınızı düşünün, benim şu an yaptığım gibi: Zengin bir adamsanız ne güzel, Graz’daki herhangi bir evi tutabilirsiniz. Balkonu da olsun, kapalı otoparkı da olsun, oturma odası büyük olsun, güzel bir mutfak, dayalı döşeli; bir de şehrin göbeğinde olsun. Avusturya’daki diğer takımlar bunu yapabilir, biz yapamayız. Biz ancak benim yaptığım gibi yapabiliriz; bu evlerden hangisinin kirasını ödeyebilirim ve benim için en ideal ev hangisi olur? Hepsine sahip olamazsınız, yukarda saydıklarımın bir kısmından, çoğundan vazgeçmeniz gerekir.”
“Kulübün imkanları doğrultusunda yapabileceğimiz en iyi transferi yapabileceğiz” deyip geçebilirdi, ki yanlış olmazdı, ama aynı cevabı bu analojiyle ve daha önemlisi yeni geldiği bir kulüpte bu açıklıkta söylemesini ben kıymetli buluyorum.
Göztepe’de de sezonun ilk yarısında gördük ki benzer bir kalite ve nitelik eksikliği var. Nestor El Maestro da devre arasında transferin gerekli olduğunu ama buna karar verecek olanın kendisi olmadığını, kulüp bu şekilde devam ederiz derse de bu kadroyla da ligi daha iyi bir noktada tamamlayabileceklerini söylemişti.
Sturm Graz’da lige çok da iyi bir giriş yapamamış ve bazı maçları iyi oynamalarına rağmen kazanamamalarına isyan etmişti. Sahada ortaya koydukları oyunun puan olarak hak ettiği karşılığı bir türlü alamaması ve üst üste gelen yenilgilerden sonra “Şansla hiç maç kazanmadım” dediğinde Sturm’daki oyuncu kalitesinden ve “neticeye etki eden kalite farkı”ndan bahsediyordu;
“Bir maçı kazandıran ya da kaybettiren şey nedir, aradaki fark nedir? Denk takımlar arasındaki maçlarda ya da başa baş giden maçlarda şansın en önemli faktör olduğunu düşünüyorum. Bu kadar geniş bir değişken ki sizi mağlup de galip de edebilir. Diğer faktör, şansı geçtim, özellikle lig maratonunda çok önemli. Birçok şey bir araya gelir ama herkes onu farklı bir yerden görür. Teknik direktör olarak henüz kısa kariyerimde istatistiksel olarak belirgin bir istikrar yakaladım ki taktiksel açıdan bunu önemli buluyorum ama aynı zamanda bunun oyuncuları maça psikolojik olarak hazırlamaya da katkısı var. Mesela; şu ana kadarki kariyerimde kağıt üstünde daha iyi olduğumuz, rakipten üstün olduğumuz ve favori çıktığımız maçların %95’inden fazlasını kazandım (Burada röportajda bir editör notu var onu da aktarayım; El Maestro, sezonu ilk 6 dışında bitiren takımlarla oynadığı maçların ikisi hariç hepsini kazanmış.) Avusturya’da bunu yapmak o kadar kolay değil, burada daha çok puan kaybı oluyor. Ama genelde benim takımlarım şu konuda iyidir; eğer 1-0 öne geçersek o maçı kazanırız. 1-0 öne geçtiğim neredeyse her maçı kazandım. (Editör notu: Nestor El Maestro’nun bugüne kadar teknik direktör olarak çıktığı 66 maçta 1-0 öne geçip kaybettiği yalnızca iki maç var.) Şu ana kadar beni öne çıkaran en önemli özelliğim bu oldu. Ama tabii ki bundan sonra da böyle olacağını garanti edemem, şansın etkisini yadsıyamayız.”
Red Bull Salzburg’la berabere kaldıkları bir maçın ardından basın toplantısında; “İlk yarıda da ikinci yarıda da daha iyi olan taraf bizdik. Şansları yaver gitti ve sıradışı bir golle skoru eşitlediler. Bugün yine şanssızdık. Şans bizden yana gülmüyor. Bu sezon bizim şansımızın yaver gittiği, ‘Bu maçı da şansa kazandık’ diyebileceğim hiç bir maç olmadı. Hep resmin öbür tarafındayız.” diyordu.
Ben bu açıklamanın aynısını Göztepe’de de gördüm. Siz de hatırlayacaksınız. Zaten Sturm Graz süreci, neredeyse Göztepe’nin aynısı. Yanlış anlaşılmasın Nestor El Maestro’nun sırtını şansa yaslayıp işine gelmedi mi şanssızdık diyen biri olduğunu iddia etmiyorum. Sadece sanki başka bir sorun var ve çözülemiyor. Nitekim bunu El Maestro da kabul ediyor;
“Sadece çok iyi olduğumuz ve her şeyin rast gittiği maçlarını kazanabiliyoruz. Aklımda iki soru var; 1-Neden daha özgüvenli oynamayı başaramıyoruz? 2-Başa baş geçen maçların neden kaybedeni hep biziz?”
Aynı soruyu Göztepe’nin başındayken de sormuyor mudur?
2019 Ekim’indeki olaylı Mattersburg maçından iki hafta sonra yine puan kaybettikleri başka bir maçta basın karşısında bu sorgulamayı yapan El Maestro 2021 kışında Trabzon, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Adana Demirspor maçlarının ardından da aynı soruları soruyordur. El Maestro bu sorunların bir kısmına yaklaşımını değiştirmiş bazısınaysa halen çözüm bulamamış gibi görünüyor. Ama aslında ben bu sorunların onda yanıtı olduğunu düşünüyorum. Bizzat kendisi söylüyor; “Neticeye etki eden kalite farkı.” Göztepe için de durum maalesef kaliteli ve sonucu değiştirebilen işler yapacak oyuncu eksikliği. Tüm istatistiklerde ön alanda en iyi baskıyı yapan, rakip yarı sahada en çok top kapma sayılarını yakalayan, ligin ilk yarısında savunma istatistiklerinde ilk sıraları kapatan oyuncuları barındıran bir takımın bunlardan bir türlü gol çıkaramaması, yukarıdaki eksikliğe işaret ediyor. Ama bu işin analiz kısmı ve bununla ilgili zaten internette çok güzel yazılar var. Biz El Maestro’nun kendini kaybettiği “o maça”, 3-3’lük Mattersburg maçına gelelim.
DAHA KÖTÜ GÜNLER
Mattersburg karşısında 3-2 önde girdikleri duraklama dakikalarında ceza sahalarında rakip lehine verilen penaltı sonrasında El Maestro adeta çılgına döner ve kendini kaybeder. Penaltının gole çevrilmesiyle sahadan beraberlikle ayrılan Sturm Graz’da El Maestro hakemin son düdüğüyle önce saha kenarındaki çitleri tekmeler, ardından sahadan çıkmak üzere olan hakemin elindeki topu zorla alıp ayağıyla tekmeler. Ama hıncını alamaz. Soyunma odalarına yöneldiğinde çıkış tünelinin sonundaki bariyerleri kaldırıp fırlatır. Yine de sakinleşemez…
Buraya kadar olan kısım da olağan değil ama bir nebze anlaşılabilir. Maçın ilk dakikasından itibaren hatalı ve aleyhe kararlar verdiği iddia edilen hakemin maçın son dakikasında da rakip lehine olmayacak bir penaltı vermesi birçok insanı çileden çıkarabilir. Profesyonel hayatta olmaması gerekli ama El Maestro kendini frenleyememiş. Tıpkı CSKA Sofya döneminde hakeme yalvarır gibi diz çöktüğünde olduğu gibi belli ki fevriliğine yenik düşmüş. Ama hikaye burada bitmiyor, daha devamı var;
Maçın ardından röportaja çıkan El Maestro önce olabildiğince olağan şekilde konuşmaya başlıyor; “Söyleyecek hiçbir şeyim yok. Hiçbir şey. Az önce kendimi kaybedip yaptığım şeyler için özür dileyebilirim, ama söyleyecek hiçbir şeyim yok. Bugün sahadaki oyuna dair bir şey konuşamayız.”
Burada bitebilirdi, ama bir duraksamanın ardından El Maestro’nun ağzından şu sözler döküldü; “Şu an burada olmaktan çok mutsuzum, eve gitmek istiyorum ya da tatile çıkmak… Burada kazandığım para da şu çektiğim çilenin, acının yanında hiç kalır. Yarın çocukları yeniden motive edip maça hazırlamalıyım, önümüzdeki hafta önemli.”
Bu cümleyi kurduktan sonra takım ve oyuncuları aklına gelmiş olacak ki onlara da bir şey demeden kendini alamıyor ve kameralar karşısında kişisel bir hesaplaşma ve iç döküm başlıyor; “Tabii ki takımı suçlayabilirim, çok hem de, ben de daha iyi bir teknik direktör olup daha iyi bir takımla çalışmak isterim. Maçlar başa baş geçiyor, lig çok zor. Burada Avusturya’da olmayı seviyorum, kendimi buralı gibi hissediyorum ama yani bu iş benim hayatımın işi de değil, ben nasıl buraya geldim, inanamıyorum.”
İşte buna pek alışık değiliz.
“Eve gitmek istiyorum, tatile çıkmam lazım” cümleleri maçtan sonra istifa olarak yorumlanıyor. Bu açıklamalardan sonra ya kendisinin gideceği ya da yönetimin ona yol vereceği konuşuluyor. Ama öyle olmuyor. Daha sonra yaptığı açıklamada kısmen dediklerinin arkasında durmasına rağmen, kulüpte devam edebilmek için orta yolu bulabilmiş olması da enteresan. Görevine devam eden El Maestro, yaptığı açıklamayla o kriz anında dediklerinin arkasında dururken yanlış anlaşıldığını da ekleyip şunları söylüyor;
POLİTİKACILIK – “ORTAYOL”CULUK
“Herkes tabii istediğini düşünebilir ama o gün olanlar Mattersburg’un penaltısıyla falan ilgili değil aslında. Daha fazlası var. Eve gitmek istiyorum, tatile ihtiyacım var derken istifa etmeyi kastetmemiştim. Almancamı geliştirmek için çok çalışıyorum, ama ana dilim değil. Ben o sırada başka bir şeyi kastediyordum. Orada olup bitenler beni gerçekten çok yaralamıştı, çok kötü olmuştum. Manchester United’ın ya da Al Ahli’nin antrenörü olsam böyle bir şeyle karşılaştığımda daha iyi baş edebilirdim, bunu söyledim.”
“Sturm Graz’ın antrenörü olmak benim kariyerim için inanılmaz bir şey, daha küçük liglerde de çalıştım ve sıkıntılar yaşadım, her antrenörün zaman zaman başına gelir. Avusturya çok güzel bir ülke, Sturm büyük bir takım. Bu işe büyük bir tutkuyla bağlıyım, şu an inanılmaz motiveyim ve gururluyum.”
Şu ana kadar bir PR metni gibi görünen şey bir itirafla gerçeklik kazanıyor ve aslında o PR metnini de biraz yalanlıyor; “O an çok büyük bir öfke hissediyordum, maçtan sonraki o 10 dakika, çok büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordum – büyük resimde hayatımla ilgili, o an özelindeyse maçla. Sakinleştikten sonra teknik direktör olarak çalışmaya devam etmek istediğimi anladım.”
Kendini biraz daha net açıklamak isteyen El Maestro devam ediyor; “O an o sözleri söylerken başka bir kulüp aklımın ucundan bile geçmiyordu. Belki de başka bir iş yapmalıyım diye düşünüyordum. Sturm Graz’dan Admira’ya ya da Klagenfurt’a gitmeyi kastetmedim; futbolu bırakmayı, emekli olmayı, tatile çıkmayı ve hiçbir şey yapmıyor olmayı düşünüyordum. O an hissettiklerim bunlardı.
“Teknik direktörlerden robot gibi davranmaları bekleniyor. Ama şunu unutuyorlar ne bu meslekte ne de günlük hayatımızda duyguları olmadan robot gibi yaşayıp davranan, davranabilen çok ama çok az insan var. İnsanlar bunu ıskalıyor, biri biraz olsun sinirlenip fevri bir şeyler yapacak olsa hemen sıkıntı çıkıyor. Ben robot değilim; içimden geldiği gibi, kalbimden geçtiği gibi konuşuyorum.”
“İnsanların çoğu maçtan önce ve sonra söylenen şeylerin aşırı derecede sıkıcı olduğunu düşünüyor. Hep aynı kelimeler, aynı cümleler, robotik tekrarlar. Şimdi o insanları daha iyi anlıyorum. Bu andan itibaren aşırı derece sıkıcı olabilmek için her şeyi yapacağım.”
Bu açıklamayı yaparken ve yukarıdaki son cümleyi söyledikten sonra gözündeki o hınzır parıltı El Maestro’nun kendi bildiği gibi devam edeceğini gösteriyor. Ki öyle de yapıyor…
Sallantılı giden ligin son dönemlerinde kaybettikleri bir maç sonrası bir röportajında Mourinhovari bir çıkışla; “Kendimi tutmam lazım. Şu an gerçekten çok üzgünüm ve çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Ama o kadar salak değilim, kendimi tutacağım. Aklımdan geçenlerin yüzde onunu söylesem size iki haftalık malzeme çıkar. Ama yapmayacağım. Bu röportajı sözleşmesel yükümlülüklerden dolayı vermek zorundayım ben de şimdi onu yapacağım.” diyor ama 2020 Haziran’ındaki Red-Bull Salzburg maçında saha kenarında yine sinirlerine hakim olamıyor ve etrafa ve hakemlere küfrettiği için kırmızı kartla oyundan atılıyor.
Görüldüğü üzere kardeşindeki fevrilik onda da var… Ve söz verdiği üzere içinden geldiği gibi yapmaktan vazgeçmiyor… RB Salzburg maçındaki davranışları nedeniyle 4 maçlık ceza alıyor, kulüp yönetimiyse cezanın tamamlanması beklemeden Nestor El Maestro ve ekibinin görevden alındığını açıklıyor.
32 maçta 13 galibiyet, 14 mağlubiyetlik performansın iyi olmadığı ortada ama eminim El Maestro da Graz dönemine dair bu sayıları hatırlamıyordur bile. Avusturya’da istatistiklere gelene kadar çok fazla şey yaşandı. Ve geçen zamanda, onun da bu yaşananlardan ders çıkardığı ortada…
KAPANIŞ
Göztepe’de izlediğimiz El Maestro dürüstlüğünü kaybetmeden kendini frenlemeyi öğrenmiş, medyayla ilişkilerini daha iyi düzenlemiş, Covid döneminde çalışmadan geçirdiği süreçte biraz kafasını dinlemiş, ardından Suudi Arabistan tecrübesiyle uzak kaldığı Avrupa’yı özlemiş ve fevri davranışlarını biraz daha törpülemiş görünüyor.
Sürekli ilerlemek isteyen, kendini geliştirmenin peşinde ve belli bir hedefi olan teknik adam, ikinci yarıda Göztepe’yi daha iyi yerlere – hak ettiği yere getirebilecek potansiyele sahip olduğu gibi kendisi de umduğu ve hedeflediği gibi “Almanca konuşulan liglerde” ve Premier Lig’de olmayı hak ediyor. Belki biraz daha zamanı var ama bir gün onu o liglerde görmek güzel olacak. Belki o zaman döner bu yazıya bir daha bakarız, kim bilir. Hayat daha çok uzun…