Malum hepimiz evlerdeyiz. Okuyacak daha çok güzel şeye ihtiyaç var. Marcelo’nun geçtiğimiz aylarda The Players’ Tribune için yazdığı yazıyı ben çok beğendim, Türkçe okumak isteyenler için çevirdim. İyi okumalar.
“ Panik yapmamaya çalışıyorum, ama nefes alamıyorum. Birazdan Şampiyonlar Ligi finaline çıkacağız. Rakip Liverpool. Soyunma odasındayım… Göğsümde acayip bir baskı. Bir şey saplanmış gibi hissediyorum. O hissi bilir misin? Sinir bozukluğu gibi bir şey değil. Çoğu zaman maçtan önce bir sinir harbi olur. Ondan değil bu, başka bir şey. Sanki boğuluyormuş gibi.
Her şey final maçından önceki akşam başladı. Yemek yiyemedim. Uyuyamadım. Maçtan başka bir şey düşünemiyordum. Eşim Clarice tırnaklarımı yediğim için bana çok kızar; birkaç sene önce beni durdurmayı başardı da. Ama final sabahı uyandığımda tüm tırnaklarımı kemirdiğimi fark ettim.
Futbolda bir yere kadar sinir bozukluğu nomaldir maçtan önce. Kim olursan ol, final maçına çıkmadan önce endişe hissetmiyorsan sen insan değilsin demektir. Kim olursan ol. Korkudan altına edecek gibi olursun. Yalan yok kanka.
Liverpool finalinden önce üzerimde hiç olmadığı kadar büyük bir baskı vardı. Bu insanlara garip gelebilir, çünkü zaten üst üste iki kupa kazanmıştık. Hem herkes Liverpool’un kazanmasını istiyordu. E o zaman sorun neydi?
Şöyle diyeyim, tarihe geçme şansın varsa o ağırlığı tüm vücudunda hissediyorsun. Ama nedense ben gerçekten hissediyordum o ağırlığı. Daha önce hiç böyle bir endişe duymamıştım, o yüzden ne olup bittiğini anlayamıyordum. Doktoru aramayı düşündüm ama sonra oynamama izin vermezler diye korkup vazgeçtim. Oynamak zorundaydım. Aksini düşünmüyorum bile! Kendime kanıtlamam gereken şeyler vardı…
Final maçından birkaç gün önce, eski bir Real Madrid oyuncusunun televizyonda benim hakkımda söylediklerine fena takılmıştım. Adama final hakkında ne düşündüğünü sormuşlardı, o da ‘Bence Marcelo, Mohamed Salah’ın posterini alıp duvarına aslmalı ve her akşam ona dua etmeli,” demişti.
12 yıl ve 3 Şampiyonlar Ligi kupasından sonra, televizyon ekranından böyle bir saygısızlıkla muhatap oluyordum… O söylenenler moralimi düşürmek için kasten yapılmıştı, ama aksine bana büyük motivasyon oldu. Çünkü tarihe geçmek istiyordum. Brezilya’daki küçük çocukların bana eskiden Roberto Carlos’a baktıkları gibi bakmasını istiyordum. “Marcelo gibi olmak” için saçlarını uzatmalarını istiyordum, anlıyor musun?
Neyse, nerede kalmıştık? Soyunma odasında dolabımın önünde oturuyorum, nefesimi düzenlemeye çalışıyorum ve bir yandan düşünüyorum; Dünyada kaç çocuk futbol oynamak istiyor? Kaç çocuk Şampiyonlar Ligi finalinde oynamanın hayalini kuruyor? Milyonlarca, milyonlarca, milyonlarca çocuk! Sakinleş ve kramponlarını bağla.
Sahaya bir çıksam sıkıntı kalmayacağını biliyordum. Sahaya çıktıktan sonra bana bir şey olmaz. Kaotik bir ortamda büyümüş olabilirsin, etrafındaki her şey zıvanadan çıkmış olabilir; ama eğer top ayağındaysa artık düşünmeyi kesersin. Sahada her şey sakinleşir, zihnin dinginleşir. Bugüne kadar hep böyleydi, ama sahaya çıktığımda hala nefes almakta güçlük çekiyordum. Eğer bugün burada öleceksem tamam s.ktir et ölürüm dedim kendime. Bu bazı insanlara saçma gelebilir ama o anın benim için anlamını anlaman lazım. Ben büyürken… Real Madrid? Şampiyonlar Ligi? Hayaldi! Masal gibiydi! Gerçek olamazdı! Beckham, Zidane, Roberto Carlos; bu adamlar ancak Batman kadar gerçekti. Onlarla gerçek hayatta karşılaşılmaz. Çizgi roman kahramanıyla el sıkışabilir misin? Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Bu adamlar havada yürür, çimin üstünde süzülürler.
Değişen bir şey yok. Şimdiki çocuklar için de bu böyle. Bak bu yaşanmış bir hikaye: Madrid’deki evimde bahçıvanlık yapan bir çocuk var. Bir gün Roberto Carlos beni görmeye geldi, evde takılıyorduk öyle. Çocuk geldi ve Carlos’u görünce olduğu yerde donup kaldı çocuk. “Tanıştırayım Roberto Carlos,” dedim. Çocuk gözünü kırpmadan Roberto’ya bakıyordu. “Hayır! Hayır olamaz. O değil,” dedi. Roberto “Benim evlat,” dedi ama yine inandıramadık. Bak sana şöyle anlatayım, çocuk onun Roberto Carlos olduğuna anca Roberto’nun kafasına dokununca ikna oldu. Anca o zaman “Roberto, inanmıyorum bu sensin!” dedi. Bizim için böyle bir anlamı var işte, farklı bir şey bu.
Cidden Real Madrid’le ilk Şampiyonlar Ligi maçına çıktığımda o marşı duydum ve kendi kendime; “Vay anasını aynı oyundaki gibi!” dedim. Tabii kamera yakın çekim aldığı için o an gülemiyorsun!
Neyse işte benim gerçekliğim böyle bir şeydi işte, anlıyor musun?
Bak bir de şunu anlatayım, birkaç sene önce ailemi görmek için Brezilya’ya gittim, arkadaşın mahalle maçına giderken Şampiyonlar Ligi finalindeki toplardan birini götürdüm yanımda. Bizimkiler topla oynarken “Bu final maçındaki toplardan biri, gerçek top biliyor musunuz?” dedim. Her şey durdu. Topa sanki aydan bir kaya parçası gibi baktılar. “Hadi be!!” dediler sonra. Koca koca adamlar, küçük çocuğa dönüştüler birden. Onun gerçek bir top olduğuna inanamıyorlardı. Dokunmak bile istemediler. Çok kıymetli bir şey gibi. Kutsalmış gibi.
Şimdi anlıyor musun? Rio’dan çıkan küçük Marcelinho’nun üst üste üç Şampiyonlar Ligi kazanma şansı vardı, bunun benim için ne demek olduğunu anlıyor musun? İnanılmaz bir baskı. İliklerime kadar hissediyordum yalan yok… Isınmak için sahaya çıktığımızda hala sakinleşememiştim. Ama sonra santradan önce seremonide sıraya girdik, tüm o şıkların altında. Ve orta yuvarlakta o topu gördüm. O an, her şey değişti.
O kutsal topu gördüm. Aydan bir kaya parçası. Göğsümdeki o ağırlık uçup gitti.
Sonunda sakinleşmiştim. Toptan başka bir şey yoktu artık…
Maçla alakalı anlatacak çok da bir şeyim yok, ama iki anı çok net bir şekilde hatırlıyorum.
Maçın bitmesine 20 dakika falan kalmıştı. 2-1 öndeydik. Top kornere çıktı ve o an kendi kendime “Salah’ın posteri ha?” dedim. “Eyvallah kardeş, beni ancak bu kadar motive edebilirdin.”
Bir de bitime on dakika kala 3-1 öndeyken bir an vardı. İşte o an şampiyon olacağımızı idrak ettim. Top taca çıktı ve bir an maçın akışından kopup düşündüm. Ve… Samimi söylüyorum, ağlamaya başladım. Sahanın ortasında hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Daha önce böyle bir şey hiç başıma gelmemişti.
Maçtan sonra olduğu olmuştu. Kupayı kaldırırken de. Evet. Ama maç esnasında. Asla. Daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı. Belki on saniyelik bir şeydi, sonra oyun tekrar başladı ve “Ha s.ktir adamı kaçırdım!” diye koşmaya başladım. Ruhen sahaya geri döndüm ve çocuk gibi oynamaya devam ettim.
Atletler olarak bizim rol model olmak gibi bir sorumluluğumuz var. Ama süper kahraman değiliz. Biz de bu dünyada yaşıyoruz. Bu yüzden sana o anlarda neler yaşadığımı, ne hissettiğimi anlatıyorum. Gerçek hayat böyle bir şey. Biz de insan evladıyız. Bizim de bi’ yerlerimiz kanıyor. Biz de endişeleniyoruz. Herkes gibi. Herkes gibi…
Beş yılda dört Şampiyonlar Ligi kupası ve bunların her biri; tüm o yolculuk, bütün o süreç ayrı ayrı çok zorluydu. Bizi kupayla gülümserken, şampiyon olduktan sonra eğlenirken görüyorsunuz, ama o resmin ardında olup bitenlerini bilmiyorsunuz.
Geriye dönüp tüm o finalleri hatırladığımda aklımda birçok güzel sahne var. Ama film tersten akıyor – sondan başa.
2017 yılında Juventus karşısındaki final mesela, kasedi geri saralım; Maç öncesi yemekte herkes masada oturuyor – ben, Casemiro, Danilo ve Cristiano. Çıt yok. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Herkes kafasını eğmiş, önündeki tabağı izliyor. İnsanların karnından gelen komik gurultuları duyuyorsun, bilirsin öyle olur. Ama kimse bir şey demiyor. Ortam acayip gergin.
Sessizliği Cristiano bozuyor; “Millet, size bir soru.”
“Sor kanka,” diyoruz.
“Midesine kramp giren bir ben miyim?”
Herkes aynı anda “Ben de ya! Ben de!” demeye başlıyor bir ağızdan.
Kimse itiraf etmek istemiyordu! Ama eğer bu adam böyle hissediyorsa biz de söylemekten çekinmeyiz, anlarsın ya. Cristiano buz adamdır. Makine. O bile kendini bokluyor, düşün!
O andan sonra içerdeki tüm o gergin atmosfer dağıldı. Sadece Cristiano bunu yapabilirdi.
Garsona seslendi; “Kardeş bize biraz soda getirir misin? Karnımız şişti!”
Hepimiz rahatlamıştık ve şimdi hepimiz gülüyorduk.
Stadyuma gitmek için hazırlanırken Cristiano bize maçın tamı tamına nasıl geçeceğini anlatıyordu. “Başta zor olacak ama ikinci yarı hiç zorlanmadan rahat rahat kazanacağız.” Bunu asla unutmam. Adam önden maçı okudu. Sonra da “Rahat olun beyler,” dedi. “Rahata takın!”
Biz de öyle yaptık.
Aklımda hala yüzünün o anki hali var. Ömrüm boyunca orda öyle kalacak. İşte bunlar benim torunlarıma anlatacağım hikayeler… Açıkyüreklilikle söylüyorum 30 yıl sonra torunlarıma Messi’yle, Cristiano’yla aynı sahada oynadığımı söylediğimde büyük ihtimalle “Dede, bir sezonda 50 gol atıyorlardı mı diyorsun? Yalan söylüyorsun.” diyecekler bana. “Dedem bunadı. Dedemi doktora götürmemiz lazım!”
2016 yılında finalde Atletico’yla oynadığımız maça gelelim: Griezmann kanattan ilerliyor, ben de onun peşinden… Top dışarı çıkıyor ve bir anlığına tribünden cılız bir ağlama sesi duyuyorum. Normalde maç sırasında hiçbir şey duymazsın. Taraftarları görmezsin. O an sahadan başka bir şey düşünmezsin. O yüzden endişe hissetmezsin. Özgürsün. Ama Milano’daki o maçta ailelerimiz bizim yedek kulübesinin hemen arkasında oturuyordu, sahaya çok yakındılar. Bir anda kalabalığın içinden uzaktan o cılız sesi duydum. Çok net duydum.
“Hadi baba! Hadii!!”
Bu benim oğlum. Enzo.
Bacağıma kramp girmişti, ama onun sesini duymak bana acayip bir güç verdi.
Maç penaltılara gittiğinde kafamda olacakları canlandırabiliyordum: Lucaz Vazquez topu alıyor, parmağının ucunda döndürüyor, sanki parkta oynuyormuşuz gibi rahat… O sessiz çocuk, topla bir şeyler yapıp duruyor. O an ne düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum; “Seni p.ç kurusu! Eğer atamazsan senin kemiklerini kırıcaz!”
Şükürler olsun Lucas çok sakince penaltıyı gole çeviriyor. Sıkı sıkı sarılıyoruz birbirimize, Atletico’nun penaltısını bekliyoruz. Casemiro dizlerinin üstünde, dua ediyor. Pepe çocuk gibi ağlıyor. Cristiano’ya dönüp “Juanfran kaçıracak ve sen kupayı alıp geleceksin kanka!” diyorum. Juanfran kaçırıyor ve Cristiano’nun bize şampiyonluğu getirişini izliyorum…
Kendimi saatte 20 km hızla ailemin olduğu tribüne koşarken görüyorum. Var gücümle karıma ve çocuklarıma sarılmak için koşuyorum. Mutluluktan deliye dönmüş haldeyim…
2014 finalinde yine Atletico’ya karşı oynuyoruz. Oynatalım: Yedek kulübesinde oturuyorum, ilk onbirde başlamadığım için çok sinirliyim… İkinci yarı daha antrenörler çıkıp ısının demeden ben ısınmaya gitmiştim bile. Bugün dişününce ne nasıl oynadığımı ne sahadayken tam olatak ne olup bittiğini hatırlıyorum… Zaten bu maçın herkesin aklında 92.48’deki haliyle kaldığını biliyorum. O kafa golü! Sergio Ramos. Kaptanımız. Liderimiz! Ölmüştük, bacaklarımıza kramplar giriyordu, yeniliyorduk. Ve Sergio bizi hayata döndürdü.
Ama benim hatıralarımda dönüp duran görüntü bu değil. Benimki farklı. Kupayı kazandıktan sonra, soyunma odasında…
Malzemecimiz Manolin’le konuşuyorum. “Marcelo, 90.dakikada tünelin ordaydık, Atletico’nun malzemecisini gördük. Campeones tişörtlerini getiriyorlardı! Şampanyaları bile sahaya getirmeye başlamışlardı!” Bir yandan gülüyor bir yandan sevinçten ağlıyordu. “Artık ölsem de koymaz,” dedim. O anı asla unutmayacağım… Kupalar müzelere gider ama hatıralar kalbimizde kalır.
Beş yılda dört Şampiyonlar Ligi kupası. Ve her bir defasında ölümüne mücadele ederek kazandık. Siz yalnız neticeyi görüyorsunuz; o baskıyı, gerginliği, içimizde neler olup bittiğini görmüyorsunuz. Real Madrid’de “Neyse sonrakine artık.” yoktur. Hayır kanka. Bugün! Geçen sezon çuvalladık. Bunu biliyoruz. Hiçbir şey kazanamadık. Hiçbir şey. Berbat bir tecrübeydi. Ama başım dik, çünkü geçtiğimiz sene bize tekrar o açlığı verdi. Sanki ufak bir çocuk gibi o tutkuyu yeniden hissediyorum.
Ben 18 yaşında İspanya’ya gitmek için uçağa binerken gerçekten sözleşme imzalayıp imzalayamayacağımı bilmiyordum. Real Madrid’in beni çıplak gözle izlemek için çağırdığını düşünüyordum, belki fiziksel olarak bakacaklardır diye düşünüyordum. Müstakbel eşimle gelmiştik, dedem ve en iyi arkadaşım da yanımdaydı. Dördümüz ve kaybolmayalım diye bir GPS. Bu kadar. Brezilya’dakilerden nereye gittiğimizi bilen bir tek babamdı, onun dışında kimsenin bir şeyden haberi yoktu. Çünkü kimsenin boş yere umutlanmasını istemedik. Real Madrid bir masal, biliyorsun. Uçağa binip millete “Ha evet ya, Real Madrid’de oynamaya gidiyorum, görüşürüz sonra!” demezsin. Palavra sıkmış olursun. Neticede daha hayal kuruyorsun kanka.
Fizik testten sonra Real Madrid tesislerinde bir odada oturuyordum, antrenörlerden biri geldi ve ne dedi biliyor musunuz? “Evet Marcelo, yarın için bir takım elbise bir de kravat alman lazım.”
“Nasıl? Takım ve kravat? Niye?” Valla böyle dedim.
“Ne demek niye? Takdim için. Bernabeu’da, evlat.”
Haaaaaaaaaa.
Sözleşmeyi önüme koydukları anda imzaladım. Bam! Marcelo Vieira da Silva Junior. O imzayı kanımla atardım kanka. Beş yıllık bir sözleşme olduğunu hatırlıyorum. 10 yıl burada olmanın planlarını yapıyordum. Bu sene 13 yıl oldu. Rio’lu küçük Marcelinho hala burada.
Benden şüphelenenler adına üzgünüm ama hiçbir yere gitmiyorum. Real Madrid formasını en uzun giyen yabancı futbolcu olmak, benim için sadece bir onurdan çok daha fazlası. Masalsı. Çılgınca.
Şimdi bu yazıyı okuduktan sonra, tüm bunların benim için anlamının ne olduğunu anladığınızı umuyorum. Nerelerden bu noktaya geldiğimi…
Aklımdaki son sahneyi de anlatayım: Sekiz yaşındayım. Beş parasızız. Bizimkilerin her gün beni futbola götürecek benzin parası kalmamış. Ve dedem, dedem tüm hayatımı değiştirecek bir fedakarlık yapıyor. Volkswagen Variant’ını satıyor ve ondan gelen parayla gidiş geliş masraflarımı karşılıyor. Her gün, her gün halk otobüsüyle beni antrenmana götürüyor.
Her gün o sıcakta hınca hınç dolu 410’da dip dibe tüm Rio’yu katediyoruz.
Nasıl oynarsam oynayayım, dedem her gün bana “Sen en iyisisin. Sen Marcelinho’sun!” diyor. “Bir gün Brezilya formasını giyeceksin. Bir gün seni Maracana’da izleyeceğim.”
25 yıl öncesinden bu resim hala aklımda 4K çözünürlüğünde dönüyor. Hala otobüsün nasıl koktuğunu hatırlıyorum… Dedem tüm hayatını benim hayalim uğruna adadı. Arkadaşları, beş parasız olduğu için onunla dalga geçerdi, o da kendine özgü meşhur deyişleriyle payları onları. O bana inandı. Onunla çok iyi bir ekip olduk.
Liverpool maçında top dışarı çıktığında gözyaşlarımı tutamamam bundan. Tüm bu anılar geliyordu gözümün önüne. Aklımda işte sana bu anlattıklarım dönüp duruyordu. Tüm bu sahneler…
İnsanların görmediği, perde arkasında kalan bir sürü hikaye var. Bunları paylaşmak istedim ki neyle baş ettiğimizi bilin, neye güldüğümüzü bilin, bu noktaya nerelerden geldiğimizi bilin. Daha anlatılacak çok şey var. Ama onlar için biraz daha beklemeniz lazım. Yakında sinemalarda. Yakında… ”
Marcelo – Real Madrid C.F.
Bu yazı Marcelo tarafından The Players’ Tribune için yazılmıştır. Orijinalini buradan okuyabilirsiniz.