Vincent Kompany, Leicester karşısında City’ye şampiyonluğa getiren golü, ona o şutu attıran sezonun hikayesini; o sezon ve o gece neler olup bittiğini anlatıyor:“ O sabah uyandım, camdan dışarı baktım ve şöyle düşündüm; ‘Bugün büyük bir şey yapacağım.’ ”
“Önce o anki coşkumu anlatayım. Gol olduğunu anladığım o an… Vurur vurmaz gol olacağını bildiğimi söylemeyeceğim, forvetler için öyle derler onlar hisseder. Benim için öyle olmasa da top ayağımdan çıkarken iyi hissettirmişti. Temiz bir şuttu. Ama şut konusundaki istatistiklerimi göz önünde bulundurursak ne olacağı belli olmaz biliyorsunuz. Topun ağlarla buluştuğunu görmem, o ana kadar beklemem lazım. Sonra? Sonra her şey flu. Acayip bir his, saf bir mutluluk, büyük bir rahatlama… Müthiş bir an. Hayatımın en güzel anı. Şampiyonluk bir adım daha yakındı, o kadar yaklaşmıştık ki. O an bundan daha önemli bir şey yoktu. Ama o maç benim Etihad’daki son maçımdı. Kimse bilmiyordu, zaten o golden sonra şimdi bunun önemi yoktu.
O mayıs akşamının bıraktığı sıcak anıları unutmam mümkün değil ama aynı yılın ocak ayında buz gibi karlı bir akşamda Newcastle’a kaybettiğimizde, şampiyon olabileceğimize dair tüm umutlar uçup gitmişti.
Gerçi bu yorumcuların düşüncesiydi, bizim için bu bir ihtimal değildi. 2-1’lik mağlubiyetin ardından kısa bir süre sonra Pep Guardiola bizi toplantıya çağırdı. “Hala şampiyon olabileceğimize inanıyor musunuz?” diye sordu bize. “Hala bir şans…” derken ben cümlesini bitirmesine izin vermeden bağırdım; “Tabii ki olabiliriz!” Bunu orada millet gaza gelsin diye yapmamıştım; göğsünü yumruklayan güçlü ve asi kaptanı oynamıyordum. Sadece son üç Premier Lig şampiyonu takımın parçasıydım ve bu işin nasıl yürüdüğünü anlamıştım. Oynanacak çok fazla maç vardı ve rakiplerimizin üzerinde çok büyük bir baskı vardı.
Ben de birçok arkadaşım da ilk şampiyonluğumuzu kazandığımızda neler hissettiğimizi anlatabilirdik. 2012’de hiçbir zaman yarışı uzun süre önde götürmemiştik ve bu işimize gelmişti. Liverpool’un büyük bir baskı altında olacağını biliyordum. Zirvede olmak omuzlarınızda müthiş bir baskı yaratır, özellikle de ilk kez oradaysanız. Kendinize de insanlara da şöyle şöyle davranacağınızı, bunu böyle onu öyle yapacağınızı söylersiniz ama gerçek öyle değildir. Söylediğinizden, düşündüğünüzden çok farklı ve çok daha zordur.
Bir kez kazandığınızda sonraki daha kolay gelir. Ama Liverpool o şampiyonluğu o kadar çok istiyordu ki bunun yarattığı baskıyla onların arkasından gelen takımın işine yarıyordu. Toplantıdan sonra şunu kabul etmiştik; kötü gidiyorduk ama durumu herhangi bir an değiştirebilirdik. Ama şunu söyleyeyim; o günden başlayarak başardıklarımız bizim bile beklentimizin üzerindeydi.
O noktadan sonra en üst seviyede bir rekabet başladı. İki takımda da sürekli kazanmaya devam ediyordu ve bu çok sıradışı bir durumdu. Her hafta maçları sonradan oynayan takımın üzerindeki baskı hakkında bir sürü şey yazıldı çizildi ve evet, biz de önce bizim çıkıp kazanmamızı rakibin bizden sonra maça çıkmasını ve baskı altına girmesini isteriz. Ne zaman biz Liverpool oynadıktan sonra maça çıksak üzerimizdeki baskı iyice artardı fakat bununla çok iyi başa çıktık. Hatta bizim potansiyelimizi gerçekleştirip en iyi performansımızı göstermemizi bile sağladı diyebilirim, çünkü o anlarda tecrübemiz ve kalitemiz ortaya çıkıyordu.
O yıl saha kenarında onları izlerken takım arkadaşlarımın ne kadar yetenekli, kaliteli oyuncular olduğunu bir kez daha gördüm. Sezona birkaç can sıkıcı sakatlıkla başladım, ama sakatlığım olmadığında da yedek kulübesinde başlıyordum maçlara. Bu benim için yeni bir durumdu ve düşünmek için zamanım oldu.
Artık geleceğimi düşünüyordum ve sezon ilerledikçe tutkunu olduğum bu kulüpteki son senem olacağı netleşmeye başladı. Oynamayı çok istiyordum ama bu gerçekleşmedikçe ben de farklı farklı senaryolar düşünmeye başladım aklımda. Geçen sezon Fabian Delph de yedek kulübesinde bayağı bir zaman geçirmişti ve ona öyle ya da böyle sezon sonu için güçlü ve sağlıklı olacağımı, takım için anlamlı bir etkisi olacak bir şeyler yapacağım ve kupalar kaldıracağımı söyledim. Orada ona söylediklerime gerçekten yürekten inanıyordum.
Önceleri sakat olmadığım sürece her zaman oynayacak kadar şanslıydım, ama şimdi durum farklıydı. Futbol oynadığım yıllar boyunca yedek kalan oyuncuların somurtup oturması ve etrafa negatif enerji yayması beni rahatsız etmiştir. Futbol zaten yeterince zor, bir de soyunma odasına yaydıkları o kötü enerji işleri daha da zorlaştırıyor.
Ben duygularımı ve hislerimi bir kenara koyup daha da olumlu, yapıcı olmaya ve takıma bu şekilde katkı vermeye çalıştım. Takımdakilerin üzerine yük olacak bir baskı yüklemek istemiyordum, çünkü o bahsettiğim olumsuzluklar bunu yapar hakikaten. O yüzden oynamadığım zamanlarda olumlu şeylere odaklandım sadece, ve şimdi bunun kıymetli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Fabian’la yedek kulübesinde birçok konuşma yaptık. Riyad Mahrez’le de. Riyad’ın hayal kırıklığına uğramış ve sinirli olduğunu söyleyebilirim size, ama ona eğer sızlanmaya başlarsa istediği şeye hiçbir zaman ulaşamayağını söyledim. Zihninde bir anı canlandırmasını istedim, o an tüm o sezonunu tanımlayacak olabilirdi. Onun için zordu ama bir yandan istediği şansı bulacağını biliyordum.
Nihayetinde bize şampiyonluğu getiren, sanırım kadronun derinliği, oyuncuların yeteneği ve tavırlarıydı. Her hafta şöyle konuşmalar oluyordu: Fernandinho olmadan kazanabilir miyiz? Kevin de Bruyne yok, ne yapacağız? Kompany olmadan yapabilecek miyiz? Herkesin hatırlayabileceğinden çok daha fazla sakatlıkla boğuştuk ama takım olarak, kolektif olarak o soruların cevaplarını hep verdik. Yapabildik. Kazanabildik.
Defansın göbeğinde işler sürekli değişiyordu. Bir hafta John Stones ve ben, sonra Stones ve Otamendi ya da Laporte ve Otamendi. Fark etmiyordu gerçi, ki bu da Manchester City’nin gücünü gösteriyor. Bizimle rekabet eden herhangi bir takım için kilit bir oyuncunun sakatlığı çok büyük bir problemdi ve o mevkiide zorlanıyorlardı ama City’de özellikle de geçtiğimiz sezon bizi hiç yıpratmadı.
Tabii bir de çok istekli ve rekabetçi bir ruha sahiptik takım olarak. Bu da menajerimizden geliyor. Bir takımı geriden takip ediyorsanız o ruha, o motivasyona çok ihtiyacınız var. Hepimiz Pep’in ne kadar iyi bir taktisyen ne ne kadar büyük bir futbol adamı biliyorduk fakat bunlar kadar önemli bir başka özelliği rekabetçiliğiydi. Grup olarak ona o kadar bağlıydık ki Noel’de ve Newcastle yenilgisinden sonra onun sayesinde kendimizi toparlayabildik.
Hataya yer yoktu. Her maçı kazanmak ve bunu ocak ayından itibaren her maçı kazanmak zorundayken yapmak gerçekten çok özel. Liverpool o kadar iyi ki. United’la olduğu gibi tarihi bir rekabet yok bizimle aralarındaki, ama bu da modern rekabet. Şunu biliyor iki takım da, bir şeyler kazanmak için, diğer kulübün geçilmesi gerekiyor. Ve bunu yapabilmek için senin de en iyi haline ulaşman, tüm potansiyelini sahaya koyman gerekiyor.
Burada karşılıklı bir saygı var. Liverpool’u izliyorum ve kusursuzluğa ulaşmaya yakın bir takım görüyorum. Onlara çok büyük saygı duyuyorum – kulübe, tarihlerine ve menajerlerine – ama şunu da söyleyeyim; herkesten çok onları yenmek istiyorum. Bunu yapmak istiyorsanız, hataya yer yok oyununuzda. Liverpool’a karşı kazanmak istiyorsanız her şeyi en iyi şekilde yapmalısınız. Ortalama yetmez, uçlarda olmalısınız…
Maç başladıktan sonra artık plan çok çok daha önemsiz hale geliyor. Her şey sizin arzunuza bağlı. Ne kadar istiyorsunuz? Tüm o konuşmalar, takım toplantıları ve video analizleri… Etihad’da Liverpool’a karşı aldığımız 2-1’lik galibiyette olduğu gibi zafer o arzudan geliyor. Fernandinho’nun ilk beş dakikadaki mücadelesini asla unutmam. Sonra Bernardo Silva bir top kapmıştı ve artık maçın nasıl geçeceği belli olmuştu. O arzu; oyuncuların başarıya, galibiyete olan açlığı maçı bize getirdi.
Burnley’deki maç – sondan üçüncü maçımızdı – hiçbir zaman ne kadar garip olduğunu unutmayacağım. Her şey tahmin ettiğimiz gibiydi. Çimleri olması gerekenden biraz daha uzun bırakmışlardı ve kuru gibiydi, sulamamışlardı. Biz topun sahada oradan oraya akmasını severiz ve bu şartlardaki bir sahada pasların hızı kesiliyor. Buna ayak uydurmanız lazım tabii, biz de bazı şanslar yakaladık ama işler zora girmişti. Devre arasında hepimiz sakindik. Sadece daha iyi olmamız gerektiğini konuştuk. Bu kadar basit. Daha keskin ataklar yapmalıydık. Yaptık da. Sergio Agüero golü buldu ve bize galibiyeti getirdi. Sanırım o galibiyetten sonraydı, çok da abartmadım ama artık işlerin istediğimiz gibi gideceğini hissetmeye başladım.
Fakat Leicester maçı geldi. Devre arasında Burnley karşısında olduğu gibi skor 0-0’dı, sakin olmamız lazımdı. Kendi sahanızda kolay değil, taraftarınızın önünde onlar kendilerini adarken ve her şey bu kadar duygu yüklüyken kolay değil. Ama sakin olmayı, sakin kalmayı başarmalıydık. İkinci yarı oynanırken büyük ekranlarda maçın hala golsüz berabere olduğunu görüyordunuz, ışıl ışıl parlıyorlar bir de. Taraftarlar gerilmeye başlıyor ve bunu sahada hissedebiliyorsunuz. Duyabiliyorsunuz. Hissediyorsunuz. Kaçırdığımız her pozisyonda sızlanmalar duyulabilir hale geliyor ve tınıdaki o umutsuzluğu duyuyorsunuz. Tribündeki sabırsızlık sahada yanınıza kadar iniyor. Tribündeki kalabalığı kontrol edemezsiniz, ama sahadaki takım arkadaşlarımı… Onların durumdan etkilenip etkilenmediğine bakınmaya başladım. Onları cesaretlendirdim. “Sakin olun. Sakin!” diye bağırıyordum. İşe yaradı mı bilmem ama belki de zaten kendime bağırıyordum.
Tüm duygularınızı alıp küçük bir kutuya kapatmanız lazım. Haddiden fazla duygusal, haddiden fazla gergindik ve aşırı hücüm yapıyorduk fakat normalde yaptığımız şeyleri yapmıyorduk. Çaresiz bir çabaydı ve istediğimiz bu değildi. Leicester gibi organize ve kafa tutan bir rakibe karşı farklı bir şey yapmak gerektiğini düşünmeye başladım. Farklı bir durum, normalden farklı, özel bir şey.
Size saçma gelebilir ama o sabah uyandığımda pencereden dışarı baktım ve “Bu akşam büyük bir şey yapacağım” diye düşündüm. Sadece bir histi. Ama ilk yarıda kendime büyük bir ket vurduğum için belki de benim anım gelip geçmişti.
Yirmi dakika kalmıştı. Biri bir an önce kendi anını yakalasa ve gerçekleştirse iyi olacaktı. Ama sahadaki alan açısından maç iyice sıkışmıştı. Birkaç hafta önce Watford maçında da aynı senaryoyu yaşamıştık: Leicster gibi onlar da orta sahalarımızı çok iyi marke edip oyundan düşürmüştü. Geride dört oyuncuyla duruyorlardı ve boşlukları kapatan ekstra bir oyuncu hep oluyordu. O kadar iyi alan kapatmışlardı ki sadece top ayağındaki oyuncu boş kalabiliyordu.
Watford karşısında penaltı noktasının yakınlarında ayağımda top, İlkay Gündoğan sesi kulağımda “Vurma, vurma!” diye bağırıyordu her seferinde. Vurmuyordum. O maçtan sonra Gündoğan’ı dinlemekle aptallık ettiğimi düşünmüştüm. Ona kadar dört ya da beş kere vururdum ben o topa, çünkü boşluk vardı, zaman vardı. Biri girerdi illa. Şimdi tekrar aynı yerdeydik: orta sahamız kilitlenmiş, rakibin savunmasında hiç boşluk yok ve ben topla iyice haşır neşir olmuştum. Topu ileri çıkarabiliyordum, öyleyse bu sefer karar verdim, takım arkadaşlarımın itirazına rağmen, vuracaktım.
Topu ayağıma aldım, iyi bir kavis verdim; sanki golf vuruşu yapar gibi kestim. Kasper Schmeichel o gece inanılmaz bir maç çıkarıyordu, o yüzden topu tam köşeye göndermek gerekiyordu. Gönderdim… Sonra tüm stad volkan gibi patladı. Ortalık yangın yeri. Kaçar gibi delicesine koşuyordum…
Gece maçlarından sonra hayatta uyumam ama bunda zaten öyle bir ihtimal yoktu. Eşim Carla’yla oturup konuştuk o gece. O anın ne kadar özel bir an olduğunu konuştuk, bundan daha iyi bir senaryonun olamayacağını benim için. Konuştuk… O gece çok duydu doluydu. Sadece Carla ve birkaç yakın arkadaşım City’deki kariyerimin artık sona geldiğini biliyordu.
Halen yapılacak bir iş vardı. Brighton’ı yenemezsek benim golümün hiçbir manası yoktu. Liverpool evinde Wolves karşısında 1-0 öndeyken biz 1-0 gerideydik Brighton’da. Paniklemedim. Sakin kaldım. Burnley gibi saha iyi değildi ama Agüro’ya, David Silva’ya baktım. Yapacaklardı, başaracağımızı biliyordum. Sonra maçı domine ettik ve aylar önce yedek kulübesinde yaptığımız o sohbetlerden sonra 4. golü Rİyad’ın attığını görmek benim için pastanın üstündeki çilekti.
Altı gün sonra FA Cup finalinde Watford’u mağlup ettik ve sanırım en mutlu anım o andı. İlk defa artık tamamiyle tatmin olabilirdim. Çünkü sona geldiğini bildiğinde nihayet geri dönüp bakabiliyorsun. Benim başardıklarım ve takım olarak bizim başardığımız şeyde artık saf tatmin vardı benim için. City için çıktığım son maçımda ölesiye sevdiğim bu takımdan kupa finalinde Wembley’de 6-0’lık galibiyetle ve üç kupayla ayrılıyordum. Üstelik Leicester’daki gol, o anlar, tüm o atmosfer hala zihnimde yaşıyordu. Bundan daha iyi bir son olabilir mi?”
Bu yazı Four Four Two dergisinin Ocak 2020 sayısında yayımlanmıştır. Röportaj, Leo Moynihan tarafından gerçekleştirilmiştir.