Bir insanı tanımanın birçok yolu var. Sevdiği şarkılar, kitaplar, filmler; yaşadığı ve kendini ait hissettiği şehirler. Ama aslında bunları bilsen bile birini gerçekten tanıdığını söyleyemezsin. Sen kaç kişinin seni gerçekten tanıdığını söyleyebilirsin?
Evet, doğru söylüyorsun. Tabii ki en başta ailem, arkadaşlarım, kız arkadaşım. Bir de yakın olduğum bazı takım arkadaşlarımın da beni tanımış olduğunu düşünüyorum. Ama çoğu insan beni televizyonda, sosyal medyada gördüğü kadar biliyor. Orada ne görüyorlarsa o kadar tanıyorlar beni.
Senle daha önce de bununla ilgili konuşmuştuk; futbolcuların bir fanusun içinde yaşamaya meyilli oldukları konusu. Şunu sormak istiyorum, senin içinde bulunduğun dünyanın dışında kalan insanlara olan bu ilgin nereden geliyor? Seni o fanustan çıkaran neydi?
Bilmiyorum. O fanusun gerçekten dışında olduğumu da sanmıyorum (gülüyor). Bazı anlar vardır, hepimizin böyle anları olur, öyle anlarda sadece ne yapmamız gerektiğine odaklanırız. Hobileriniz ve ilgi alanlarınız varsa bilirsiniz, sahip olmanız gereken içsel bir arzu vardır. Önceliklerinize çok iyi odaklanmış ve diğer şeylere hayır diyebilecek duruma gelmiş olmalısınız. Artık hayatımın en önemli kısmının profesyonel bir futbolcu olmanın kapladığını biliyorum. Ve bunun bazı şartları var: kendine bakmak, iyi antrenman yapmak, iyi dinlenmek, maçlar için hazır olmak, bekllentilerin üstesinden gelebilmek ve performans. Futbolun seni oldukça ayrıcalıklı bir konuma getirdiği doğru. Ben buna fanus diyorum, başkası başka bir şekilde adlandırabilir, ama gerçek hayat bu değil.
Futbol hayatında neleri değiştirdi? Sana hangi fırsatları sunduğunu düşünüyorsun?
Birçok şey söyleyebilirim. Üçten çok daha fazla şey sayabilirim ama üç şey gerçekten diğerlerinden ön planda. İlki ailemi mutlu etmek. Dedem, ebeveynlerim, kızkardeşim. Ben bir maça çıktığımda ve o maçta gol attığımda herkes mutlu oluyor. Kendim için de seviniyorum tabii ki ama onlar için daha da mutlu oluyorum. İkincisi, bir platforma sahip oluyorsun. Futbolcu olmasaydım şuan BBC’de konuşuyor olamazdım. Futbol size konuşmak ve fikirlerinizi milyonlarca insanlarla paylaşmak için bir mecra sağlıyor. Bu çok kıymetli. Ve üçüncüsü, zaman. Futbol bana geleceğim hakkında karar vermek için zaman veriyor ki bu çağda bu herkesin sahip olduğu bir imkan değil.
Ekonomik açıdan da futbolun katkısı büyük. Futbolu bıraktığında eğer arkanda iyi bir kariyer bıraktıysan ne yapacağına karar verirken vaktin oluyor. Bu futbolun sağladığı gerçek bir ayrıcalık çünkü insanların %99’unun böyle bir imkanı yok. Çalışmak zorundalar çünkü aileleri var, ödenmesi gereken faturalar var – ama maddi sorunların zaten çözülmüşse neye istersen ona yönelmek ve onun uğruna çaba sarf etmek izin zaman bulabiliyorsun. Bunu unutmamamız gerektiğini düşünüyorum. Bence hepimizin ne kadar ayrıcalıklı olduğumuz üzerine düşünmesi gerekiyor. Biz herkesin rüyası olan bir hayatı yaşıyoruz, oynarken değil tabi ondan bahsetmiyorum ama hayatımızın geri kalan vakitlerinde böyle. Böyle bir hayat herkesin rüyası. Bunun üzerine düşünelim ve bunun sağladığı fırsatlardan faydalanalım istiyorum.
Öyleyse diğer insanlara yardım edilecek bir organizasyona dahil olmak senin için bilinçli bir adımdı…
Common Goal projesi insana futbolcu olmaya dair farklı bir his veriyor, futbolun tüm dünya üzerinde sahip olduğu güce başka bir açıdan bakmaya başlıyorsun. Futbolun öyle bir gücü var ki bu dünyada başka hiçbir şeyin başaramayacağı ölçüde insanları bir araya getirmeye muktedir. Bunun yanında ne kadar büyük bir ekonomik gücü olduğu ve yaratabileceği finansal faydaları da yadsınamaz.
Biz bu hareketi başlattık ve şuan geldiği noktadan dolayı çok mutluyuz. İki yıldan kısa bir sürede 70 oyuncu bu harekete katıldı, bir sürü büyük şirketler, kulüpler, federasyonlar; hepsi de bizimle aynı imkanlara sahip olmayan insanlara yardımcı olmak istiyor. Bu insanların kendi geleceklerini inşa etmeleri için onlara imkan sağlamak istiyor. Ama bağışlardan daha önemlisi bu hareketin yansımaları. Bu proje sayesinde her birimizin birey olarak dünyayı daha dengeli bir yer haline getirmek için bir şeyler yapabileceğini idrak ediyor insanlar. Bu hareketi biz başlattık ve gelinen noktada bu proje dünyayı nasıl daha iyi bir yer haline getirebileceğimizin ispatlanmış bir örneği.
Nihai hedef futbol sektörünün tüm gelirinin %1’inin bağışlanması mı?
Hayalimiz bu. Şimdilik Avrupa futbolu diyelim, hedefimiz Avrupa’nın tüm futbol gelirinin %1’inin sosyal sorunlara yardımda kullanılmak üzere bağışlanması. Ve ben bunun mümkün olduğuna inanıyorum çünkü bir şeyi gerçekten isterseniz ve insanların çoğunun sizin bu idealinizi desteklediğini hissediyorsanız, başarabilirsiniz. Umarım kısa bir süre içerisinde bunu başarabiliriz. Ama insanlar bana Common Goal projesinin sınırının, nihai hedefinin ne olduğunu sorduğunda açıkçası bilmiyorum çünkü bizim için bu ideali paylaşmak, sayılardan ve istatistiklerden daha güçlü. Eğer insanların diğer insanlara empati duymasını ve onlara yardım etmeyi düşünmesini sağlayabilirsek en büyük hayalimizi gerçekleştirmiş oluruz.
Daha önce sosyal medyanın futbol üzerinde olumsuz bir etkisi olduğunu söylemiştin. Her şey daha yüzeysel, daha sığ bir hale geldi. Senin bir röportajını okumuştum, çocukların artık sadece formalarla, kramponlarla ilgilendiğini, futbolun kendisini çok da önemsemediğini ve bunun futbolun ruhundan bir şeyleri alıp götürdüğünü söylüyordun.
Bunu söylerken herkesi kastetmiyordum, genelleme yapmadan söylüyordum. Çünkü hiçbir zaman bir meseleyi herkese mal edemezsiniz. Ama doğrusu bazen bu hisse kapılıyorum. Bir şeylere sahip olduğunu göstermenin materyalist bir yolu var, son dönemlerde sosyal medyanın da etkisiyle insanlar ne yaşadıklarını, ne yaptıklarını, ne yeyip içtiklerini, hangi ürünlerini kullandıklarını sergiliyorlar. İnsanlar bu yola meylettikçe futbolun da özünü unutuyorlar. Sporun daha saf olan gerçek anlamını unutuyorlar. Ben çocukken genelde sahada ne olup bittiği üzerine düşünürdük; goller, ortalar, topu nasıl daha iyi kontrol edebilirim. Sadece sahada olanların konuşulmasına bayılırdım. Kabul ediyorum dünya değişiyor ve doğru buna ayak uydurmak lazım. 25 yıl önceye göre şuan bambaşka şekillerde iletişim kuruyoruz. Ama bana kalırsa burada bir risk var. Şimdilerde çocukların çoğu kramponlara ve formalara odaklanıyor ki bunda bir gariplik yok; her şeyin gösterildiği, sergilendiği bir dünyada olduğumuzu düşünürsek bunu anlaşılabilir buluyorum. Ama bu şekilde devam edersek futbol özünü, ruhunu kaybedecek; ki bu kimse için iyi olmaz. O ruh bir kere kayboldu mu formalar, kramponlar, geri kalan her şey anlamsız hale gelir. Futbol artık bildiğimiz futbol olmaz. Hazır sahanın içine dair konuşurken bence futbol hakkında daha çok sohbetler, içerikler üretmeyi denemeliyiz. Şu şöyle bir twit atmış, öbürü Instagram’da şöyle bir post koymuş gibi dış faktörlerle alakalı değil de futbola dair şeyler konuşmalıyız. Sahada olan, sahanın içinde olan ve izlemesi keyif veren güzel şeylerden konuşalım. Güzel bir pas, iyi bir kontrol, güzel bir verkaç. Ben bunlar hakkında konuşmak istiyorum.
Manchester United kariyerinde en uzun süre top oynadığın kulüp. Artık Manchester’ı iyi bildiğini söyleyebilir miyiz?
İyi bildiğimi düşünüyorum. Ben buraya geldiğimden beri beş sene içerisinde şehir oldukça değişti ama buna rağmen şehri iyi biliyorum. Manchester hem fiziki sınırları anlamında genişliyor, hem de yapılacak şeyler ve sunduğı fırsatlar bakımından büyüyor. Burada Valencia’dan da Londra’dan da uzun süredir yaşıyorum. Artık kendimi evde hissediyorum. Londra’dayken Battersea’da Stamford Bridge’in karşısında yaşıyordum. Oraya göre burası daha farklı. Battersea’deki evim şehre yakındı ve çok sık merkeze giderdim. Burada antrenman sahasına yakın bir yerde yaşıyorum. Daha rahat, daha sakin, biraz daha kırsal bir hayat tarzı var. Bunu da sevdim. Bir şeye ihtiyacım olduğunda ya da canım bir şey istediğinde şehir merkezine gidebiliyorum. Manchester çok güzel bir şehir, burada bir sürü yaratıcı insan yaşıyor. Müzisyenler, aktörler, aktrisler, ressamlar, yazarlar; böyle yaratıcı insanlara bayılıyorum. Salt aklının gücüyle bir şeyler yapabilen insanların diğer birçoklarını etkileyebileceğini düşünüyorum ve bunu takdir ediyorum. Benim yapamayacağım şeyleri yapan bu insanları hayranlıkla izliyorum. Burada bu şehirde, her yerde böyle insanlar var. Onlardan bir şeyler öğrenmek güzel. Bu şehirde güzel bir enerji var ve tabii müzik de şehrin büyük bir parçasını oluşturuyor. Yaşaması eğlenceli bir yer. İnsanların Manchester’a duyduğu aşkı ve buralı olmaktan duyduğu gururu görebiliyorum.
Londra nasıldı? Bazen çok zor bir şehir olabiliyor, senin için nasıl?
Londra bana iyi davrandı. O açıdan şanslı olduğumu söyleyebilirim. Büyük bir şehir ve birçok insan için zorlu bir şehir olabileceğini biliyorum. Hayatın çok pahalı olduğu bir yer. Bir şeyler yapmak istiyorsanız fazladan zaman ayırmanız gerekiyordu, inanılmaz bir trafik vardı. Ama benim için müthişti. Orada 2,5 sene geçirdim. Profesyonel açıdan her şey çok iyiydi, kişisel açıdan da öyle. Yeni bir kültüre, yeni bir şehre, yeni bir dile adapte oluyordum. Büyüyordum, olgunlaşıyordum. İnsan olarak da, oyuncu olarak da. Londra’da geçirdiğim zamanı gerçekten sevmiştim,
Londra’dayken ne yapardın? Tiyatroya mı giderdin? Yürüyüşe mi çıkardın? Metroya biner miydin?
Londra’da istediğini yapabilirsin. İstediğin zaman. Pazartesi olması cuma olması, pazar olması fark etmez. Bir şehrin içinde birçok şehir var. Bir sürü farklı mahalle var, hepsinde farklı bir kültür, farklı aktiviteler, başka hayat tarzları var. Daha önce sadece bir iki kez gelip gitmiştim, o yüzden şehri çok fazla görme imkanım olmamıştı. Bu yüzden şehri görmek ve yapabildiğim kadar tadını çıkarmak istedim. Arkadaşlarım da geliyordu, ailem geliyordu.
Bazen Londra’nın merkezine gitmenin en akıllıca yolu metroyu kullanmaktı, trafik yüzünden 25 dakikada varacağınız yere 2-3 saatte gidebiliyordunuz. Halbuki metroyla 25 dakika. Londra bana herkesin futbol için ölüp bitmediği, insanların etrafta futbolcu görmeyi önemsemediği bir şehir gibi geliyor. Belki sürekli ünlü birilerini gördüklerindendir. Kendimi diğer tüm şehirlere göre daha rahat hissediyordum.
Zihnimde şöyle bir fotoğraf canlanıyor. Şapkan, gözlüğün ve geniş kesimli kabanınla eski plaklar almak için bir müzik markete gidiyorsun. Bu arada gitarınla aran nasıl?
Kötü.
Çalmıyor musun artık?
Düzenli alıştırma yapamıyorum. Evde bir gitarım var, bir de klavyem var. Eve ne zaman birileri gelse çalmayı biliyor musun diyorlar, ben de evet tabii diyorum. Bir şarkı gitarla, bir şarkı da keyboardla çalıyorum. İkinciyi isterlerse yok.
En sevdiğin kitabı sorsam?
Son okunan kitaplar insanın hafızasında daha fazla yer ediyor. Harari’nin Sapiens kitabını çok beğenmiştim. Evrendeki yerimiz ve zaman hakkında bir kitap; insanlığın bu dünyayı nasıl fethettiğini ve davranışlarımızın nedenlerini, neden öyle değil de böyle davrandığımızı anlatıyor. İnsanların davranışlarını anlamaya çalışmayı seviyorum. Bunun insana çok yardımı olduğunu düşünüyorum. Sapiens de korkularımızı, doğamızı, içgüdülerimizi ve sağduyuyu; insanın olduğu halini anlamak için çok iyi bir kitap. Kesinlikle öneririm.
Kitaptan neler öğrendin?
100.000 yıl önce dünyada 6 farklı insan türü varmış ve şimdi hala burada olan sadece biziz. Neden? Bunun tek sebebi kafamızın içindekiler; ileriyi düşünebilme yetimiz, planlama, gruplar halinde birlikte hareket edebilme becerimiz, gerçekte var olmayan ve fiziksel olarak bulunmayan mitolojik ya da dini kavramlara inanabilme meziyetimiz. İnanç. Bana kalırsa futbol bugünlerde bu kavramlardan biri haline geldi. Mesela dünyanın bambaşka yerlerinden iki Manchester United taraftarı Singapur’da karşılaşıp birbirlerine sarılarak galibiyeti kutlayabilir. Birbirlerini tanımıyorlar ama bir şeyler için aynı ortak sevgiyi paylaşıyorlar. Dünyayı şuanki dünya yapan da bu, biz insanları sosyal hayvanlar yapan bu. Empati. Kendimizi başkalarının yerinde düşünebilme becerimiz. Konuşmamız ve duygularımızı göstermemiz, sorunlarımızı iletişim kurarak çözmeye çalışmamız. Bana göre sahip olduğumuz en büyük silah zihinsel gücümüz ve sosyal yeteneklerimiz. Sporun mental boyutu da benim çok ilgimi çekiyor. Bu gücümüzü kullanmalıyız.
Biz insanlar bazı sorunları ancak dönüşü olmayan bir noktaya geldikten sonra idrak edebiliyoruz. Mesela gezegenemize o kadar uzun yıllardır o kadar çok zarar veriyoruz ki neredeyse onu tüketmek üzereyiz, şimdi bir şeyleri değiştirmemiz gerektiğini idrak ediyoruz. Bir şeyleri ancak çok geç olduğunda fark ediyoruz. Böyle bir durumumuz var. Bir şeyleri henüz olmadan önce planlayarak ve düşünerek değiştirmeyi başarabilirsek belki bizim için değil artık ama bizden sonraki kuşakların hayrına olacak.
Kitap bahsini kapatmadan önce şunu soracağım. Şiir okuduğunu biliyorum. Beğeneceğini umduğum bir dizeyle sana bir sınav yapacağım.
Emin değilim, uzun zaman oldu.
“Kalbimde dışarı çıkmak isteyen bir mavi kuş var…”
Charles Bukowski. Gerçekten sevdiğim bir yazar. Onun yazdıklarında fazladan bir sözcük bulamazsın, sadece gerçekten gerekli kelimeler olur. O kadar. Ve bunu muuazzam bir şekilde yapmış. “Kalbimde dışarı çıkmak isteyen bir mavi kuş var, ama ben çok zekiyim. Sadece bazı geceler müsaade ediyorum çıkmasına, herkes uyurken.” Ya da bunun gibi bir şeydi…
Fazladan hiçbir sözcük kullanmamak. Blogunda yazarken kendi yazılarında da böyle yapmaya mı çalışıyorsun?
Blogu kendime bir meydan okuma olarak görüyorum. Tahmin edersin ki bir yenilgiden sonra yazması zor oluyor ve çok da iyi hissetmiyorsun. Söyleyeceklerin de taraftarın çok umrunda olmuyor, senin yazmak zorunda olduklarını okurken onlar da mutlu değiller. Kazandıktan sonra yazmanı istiyorlar, mağlubiyetten sonra değil. Ama uzun yıllardır yazmaya devam ediyorum. Güzel anlardan sonra da yazdım kötü olaylardan sonra da. Mağlubiyetten sonra bile olsa taraftarın karşısına çıkman lazım, saklanamazsın. Ya da benim durumumda sözcüklerimle onların karşısına çıkıyorum. Onlara olan minnettarlığımı göstermek gibi bir sorumluluğum bulunduğuna inanıyorum. Yıllardır bu yazma işini bırakmamamın sebebi bu.
Bir gün roman yazmak istiyor musun?
Belki. Dediğim gibi bunu zorlu bir meydan okuma olarak görüyorum çünkü insanların seveceği ve zevk alacağı bir şeyler yazmak çok zor bir iş. Onlara sözcüklerinle bir şeyler hissettirebilmek yazar için çok zor bir iş. Bunu başarabilmek için yazdığın şeyden emin olmalısın. Ne söylemek istediğimi iyi bilmem, ne anlattığımdan emin olmam lazım. Tabii bunu ne şekilde söylemek istediğimden de. Bu zaman isteyen bir şey ve insan tereddüt ediyor, ben de zaten tam olarak emin olamıyorum. Tüm bu konuştuklarımızı yazıyla ifade edebilmek güzel olurdu. Belki bir gün yazarım ve isteyen okur, istemeyen okumaz. En azından ben kendi hikayemi ve hikayenin bu tarafını anlatmış olurum.
Bu yazı Guillem Balague tarafından BBC Radio 5 Live Football Daily podcast programı için yapılan röportajın ses kaydının ve yazılı röportaj metninin çevirisidir.