PATRICE EVRA
Hastasıyım Bu Oyunun*
“Hiçbir şeyim yoktu. Hiçbir şeyimiz yoktu. Ama sanki her şeyim varmışcasına yaşıyordum. Size hayatıma dair bir sır verebilecek olsam şunu derdim: Herkes mutlu olabilir – herkes bu oyunu sevebilir. Bu kafada olmasam Fransa’nın, Juventus’un ve Manchester United’ın yeni emekli eski sol beki olarak burada oturmuş konuşuyor olamazdım dostum. Muhtemelen Paris’te bir mağazanın önünde oturmuş kendime bir sandviç alabilmek için insanlardan para dileniyor olurdum.
Şaka yapmıyorum. Les Ulis’te büyüdüm [Paris banliyösündeki bir semt], ebeveynlerim ve kardeşlerimin bir kısmıyla birlikte yaşıyordum. Bir kısmı, çünkü 24 -yazıyla yirmi dört- kardeşim var. Bu da şaka değil. Anlayacağınız aynı evde neredeyse bir düzine insan beraber yaşıyorduk. Babam büyükelçiydi ve gelirimizin çoğu onun büyükelçilikten elde ettiği paradan geliyordu. Senegal’den -doğduğum yerden- Brüksel’e sonra Les Ulis’e gelmemizin sebebi de onun işiydi. Ama 10 yaşımdayken annemi boşadı. Koltuğu, televizyonu ve yetmiyormuş gibi sandalyeleri bile aldı.
Onu hala ölümüne seviyorum, ama o zaman bizi çok zor bir durumda bıraktı. İki kardeşimle aynı döşeği paylaşıyordum ve üçümüzün de sığabilmesi için birimizin ters yatması gerekiyordu. Yemek hazır olduğunda hemen koşman gerekiyordu çünkü aç kalmayacağının garantisi yoktu. Ablalarımdan bazıları maddi destek sağlamak için işe girdiler, ama sonra onlar da eşleri ve sevgilileriyle yaşamak için gittiler. Sonunda evde bir tek ben, annem ve küçük kız kardeşim kaldık. İşte o zaman artık sokağa çıkmak zorundaydım.
İnsanların “gangster” kelimesini kullanmasından nefret ediyorum. Çete çatışmalarının ve ara sıra da cinayetlerin olduğu bir muhitte büyüdüyseniz, kim olduğunuz umrumda değil, hayatta kalmak için ne yapmanız gerekiyorsa onu yaparsınız. Ben de savaştım. Çokça. Yemek, kıyafet, video oyunları çaldım. Mağazaların önünde oturup dilencilik yaptım. Geçen insanlara “Bayım birkaç frankınız var mı?” derdim. İnsanlar da “Yürü git. Parayı sokakta mı buluyoruz biz?” derlerdi. İşte benim çocukluğum… Les Ulis böyleydi. Ama bakın, mutluydum. Her zaman mutluydum.
Biliyorum bazılarınız Instagram’da acayip şeyler yapıp sonra “Hastasıyım bu oyunun” dediğim videolarımı izliyorsunuz. Aslında bu benim için “Bu hayatı seviyorum,” demek. O videolar da benim mutluluğumu diğer insanlarla paylaşma şeklim. Ama bunu ünlü ve zengin olunca yapmaya başladığımı sanmayın. Les Ulis’teki evimize gelmiş olsanız beni yine aynı şeyleri yaparken görürdünüz. Yine dans edip şarkı söylerdim; kostümler ve peruklar giyip etrafta kardeşlerimle alay ederdim. Onları güldürmeye bayılırdım. Şimdi videolarımı gördüklerinde “Aman Tanrım Patrice, beş yaşındayken de bunu yapıyordun, hatırlıyorum…” diyorlar.
Peki bu kadar az şeyim varken nasıl bu kadar mutluydum? Annem sayesinde. Bize bakabilmek için ne kadar çok çalıştığını görüyordum ve onu öyle varını yoğunu ortaya koyarak çabalarken görünce hiçbir şeyden şikayet etmeye hakkım olmadığını düşünüyordum. Hem ne anlamı var ki? Niye olumlu bakmayayım? Eğer güzel şeyler olacağına inanırsanız, güzel şeyler olur.
Mesela şöyle bir örnek vereyim. Okulun ilk günü öğretmenimiz hepimize ne olmak istediğimizi sordu. Sınıftakilerin çoğu ‘doktor’ ya da ‘avukat’ olmak istediklerini yazmışlardı. Ben, ‘futbolcu’ yazdım. Öğretmen sınıfın önünde bana “Patrice, gerçekten buradaki 300 çocuğun arasından senin futbolcu olmayı başarabileceğini mi düşünüyorsun?” diye sordu. Ben de “Evet” dedim. Herkes güldü.
Uzun yıllar boyunca o öğretmen haklı çıkmış gibiydi. İyi sayılabilecek bir seviyede oynuyordum ama sözleşme imzalamak isteyen hiç olmamıştı. Sonra 1998 senesinde 17 yaşındayken arkadaşlarımla oynadığımız bir salon futbolu turnuvasında adamın biri bana Torino’da seçmelere gitmek isteyip istemeyeceğimi sordu. Adamla ilgili tek bildiğim Paris’te bir restaurantı olduğuydu. Ben de ‘Ona güvenmeli miyim?’ diye düşündüm ve teklifini kabul etmeye karar verdim. Ertesi gün beni arayacağını söyledi. Asla aramaz diye düşünerek eve gittim. Bir sonraki gün, aradı. Onunla birlikte Turin’e gittim. O sürecin sonunda kulüp bana sözleşme teklif etmedi ama seçmedeki adamlardan biri Marsala’da -Sicilya’dan bir üçüncü lig kulübü- yöneticiydi ve bana onun takımına katılmak isteyip istemeyeceğimi sordu. Ben de kabul ettim. Paris’e dönerken uçakta Sicilya’daki bu küçük kulübün bana cennetin kapısını olabileceğini düşünüyordum.
Ama önce takıma girmeliydim… İtalya’nın kuzeyindeki bir dağ köyünde kampta olan yeni takım arkadaşlarımla tanışmamı söylediler. Daha önce yurtdışına hiç tek başıma çıkmamıştım. Bir kelime İtalyancam yoktu. Evden de sadece ev telefonunun yazılı olduğu bir kağıt parçasıyla çıkmıştım. Milan’a giden trene bindim, ama meğer bir durakta aktarma yapıp beni dağ köyüne götürecek başka bir trene geçmem gerekiyormuş. Milan’daki durakta harflerin sürekli değiştiği şu büyük ekranlardan gördüm, hani eski sinemalarda olanlardan. O ekrana baktım… Sonra dönüp bilete baktım… Benim trenim neredeydi?
Sonra bir yabancı çıkageldi. Onunla ilgili söyleyebileceğim tek şey Senegalli olduğu ve bir gözünün görmediği. “Hey, nasılsın kardeşim? Yolunu kaybetmişe benziyorsun, üzgün görünüyorsun,” dedi. “Evet, nereye gideceğimi bilmiyorum.” Ona bileti gösterdim. “Senin trenin gideli nerden baksan bir saat olmuştur,” dedi. Hadii… Adama elimdeki telefon numarasını gösterdim. O da aradı. Annem açtı. Treni kaçırdığımı ve o an yabancı bir adamla istasyonda olduğumu öğrenince annem çok panikledi. Adama “Paris’e geri dönen trene bindirin onu”, dedi. Ama adam melek gibiydi. “Endişelenmeyin,” dedi anneme, “Ben yarın onu doğru trene bindiririm.”
Beni istasyondan çok da uzak olmayan evine götürdü, benimle yemeğini paylaştı ve orada kalmama, evdeki diğer sekiz yabancıyla yerde uyumama izin verdi. Sabah altıda beni uyandırdı ve istasyona kadar bana eşlik edip trenin olduğu platforma kadar benimle yürüdü. Bugün halen o adamın kim olduğuna dair hiçbir fikrim yok, ama ona ne kadar teşekkür etsem azdır. Onun sayesinde sonunda olmam gereken yoldaydım.
Yalnız bu sefer de ne zaman inmem gerektiğini bilmiyordum. Sadece durağın ismini biliyordum, onu da melek kalpli adam bir kağıda yazıp vermişti. O yüzden tren her durduğunda insanlara “Burası mı? Burada mı ineceğim?” diye sorup duruyordum. Bir yerden sonra vagonda ben ve üç rahibe kalmıştık. “Burası mı? Burası mı?” diye soruyordum bir kelime İtalyancamla. Onlar da “Hayır, hayır signore, hayır!” diyordu. Üç ya da dört seferden sonra rahatsız olmaya başladılar. Neyse ki doğru yerde indim. Trenden adım attım ve etrafıma bakındım. Ne gördüm? Hiçbir şey. Hiçlik. Oturacak bir bank bile yoktu. Bir tek rüzgarın sesi. Shhhhh… Tamam dedim bu sefer kesin kayboldum. Telefon yok. Melek yok. Rahibeler yok. Nasıl çıkacağım ben buradan?
Biri geçer de yardım eder diye beklemeye başladım. Beş dakika geçti. Gelen yok. On dakika geçti. Yarım saat, bir saat geçti. İki saat oldu. Gelen giden yok. Hava kararmaya başlıyordu. Altı saat geçti. Sonunda yaklaşan bir arabanın ışıklarını gördüm. Kulübün yöneticisiydi. “Çok üzgünüm,” dedi. “Treni kaçırdığını, gelmeyeceğini falan başka başka şeyler düşündük, neyse boşver.” Beni takımın kaldığı otele götürdü. Eşofmanla antrenman kıyafetleri verdi. Aynada şöyle bir kendime baktım ve “Amman Tanrım!” dedim. O an dünyanın en mutlu çocuğu bendim. Sonra annemi aradım. “Annecim, bu insanlara inanabiliyor musun? Bize yemek veriyorlar! Çatal bıçak takımlarıyla yemek yiyoruz.” Annem ağlamaya başladı.
Sicilya’daki ilk günümü asla unutamam. Daha buraya yeni gelmiştim ve bir çocuk babasına beni gösterip bana benimle bir fotoğraf çekilip çekilemeyeceğini sormuştu. ‘Nasıl ya? Daha bir maça bile çıkmadım ve bu insanlar beni tanıyor mu?’ oldum. Çocuğa neden benimle fotoğraf çekilmek istediğini sordum. “Daha önce hiç siyah insan görmemiştik,” dedi. Hadii… Sicilya’ya hoşgeldiniz.
Takım arkadaşlarım da beni gördüklerinde şaşırmıştı. Takımdaki tek siyahi oyuncu bendim. Oradaki insanların siyahi insanlar hakkında anlamadığı çok fazla şey vardı, ama bu ırkçılıktan ziyade cahilliklerindendi. Aslına bakarsanız Sicilyalılar oldukça cömert insanlardı. Sokakta yürürken beni evlerine yemeğe davet ederlerdi. Bana “Sen de bizden birisin.” derlerdi. Ama deplasmanda işler iyi gitmedi. Kötü şeyler, evden uzakta oldu. İnsanlar maymun sesleri çıkardılar, tribünde muz yediler. Gerçekten çok ağırdı. Ama ben Les Ulis’ten geliyorum. Ben de çetin cevizim. Yaptıkları beni ancak ateşleyebilirdi.
Bir yıl sonra Serie B’de mücadele eden Monza’ya geçtim ve ertesi sezon Fransa ikinci ligde oynayan Nice için buradan ayrıldım. O zamanlar forvettim ama sol bekimiz sakatlanınca antrenörümüz Sandro Salvioni beni defansta oynattı. Delirdim! “Bunu yapamazsın! Ben forvetim!” dedim. Sorun şu ki bayağı iyi oynuyordum. Bir gün Salvioni bana “Pat, bu pozisyonda niye bu kadar iyi oynadığını biliyor musun?” dedi. “Çünkü burada oynamaktan nefret ediyorsun.”
Haklıydı. Deli gibi hücuma çıkıyordum çünkü herkese benim bir forvet olduğumu göstermek istiyordum. Öfkemi oyunuma kanalize etmiştim ve ikinci senemde Yılın Takımı’na seçildim. Kulüp de birinci lige çıkmıştı. Monaco’ya transfer oldum. Fransa’nın en büyük kulüplerinden birine. Burada ilk büyük paramı kazandım, onunla anneme bir ev aldım.
Buna rağmen halen aşmam gereken birçok sorun vardı. İnsanlar 2004 yılında Şampiyonlar Ligi’nde final oynadığımız zamandan bahsediyor ama Monaco’daki en acayip zamanlar Fransa U21 takımında bir maç oynadıktan sonra yaşandı. Rakipten bir oyuncu ayağımı resmen ezdi, bıraktığı hasar çok fenaydı. Hastanede Monaco antrenörü Didier Deschamps’a “Çok canım yanıyor, oynayamam; yürüyemiyorum bile!” dedim. Ama takımın bana ihtiyacı vardı ve öyle olunca da doktorlar acıyı hafifletebilmek için her şeyi denedi. Ama hiçbiri işe yaramadı. Sonra kulüp çalışanlarından biri “Neden eski usulü denemiyorsunuz ki?” dedi. Herkes ona ne kastettiğini sordu. “Kramponunun içine bir dilim tavuk koyun,” dedi. Kulağa pek akıllı işi gibi gelmiyordu ama beni bilirsiniz, açık fikirliyimdir. Bizim oradaki kasaba gittim. Kasap ne istediğimi sordu. Ben de “Bir parça tavuk,” dedim. “Ama küçük bir şey olsun.” “Küçük bir şey mi? Ne için?” Kramponumun içine koyacağımı söyledim. Güldü.
Eve tavuğu alarak döndüm, sonra yeni kramponlar sipariş ettim: Biri 42.5, diğer teki 44 numara… Kramponları giydim, topu ayağıma alıp pas verdim. İyi. İyi hissediyordum. Acı yine vardı ama iyiydi. Sonra dört ay boyunca ayakkabımın içinde bir tavuk parçasıyla oynarken buldum kendimi. Antrenmanlarda böyle yapmadım çünkü annem yemeği ziyan ettiğimi duysa beni asla affetmezdi, ama her maçtan önce mutlaka o kasaba uğrardım. “Günaydın Patrice, her zamankinden?”
Tavuk o kadar iyi oynamamı sağladı ki sayesinde Ocak 2006’da Manchester United’a transfer oldum. İlk maçıma Manchester City deplasmanında çıktığımı belki hatırlarsınız. Büyük derbi. Maç öğleden sonra 12.45’te başladı, ki bir Fransız olan bendeniz için alışıldık değildi. Geleneksel kahvaltılarda iyi değilimdir, o yüzden hazır olmak için ne yemem gerektiğini bilmiyordum. Ben de makarna ve fasülye yedim. Ama rahatsız etti, hastalandım. Kustum. Ne yapacağımı bilmeden odama gittim. Ferguson’a oynayamayacağımı, hasta olduğumu söylemeli miydim? “Hayır Patrice, yapamazsın! Yumuşak ve korkmuş görünürsün onlara. Oynamak zorundasın.”
Stadyuma giderken otobüste başım dönüyordu. Hava güneşliydi, bayağı sıcaktı. Manchester’da! Hadi ama… Trevor Sinclair’le bir hava topuna çıktım. BOM! Yüzümde bir dirsek patladı. Kan akıyordu. Her yer kan olmuştu. Hani çizgi filmlerde karakterlerin ne düşündüğünü gösteren balonlar olur ya, benim balonum şöyle diyordu; “Aman Tanrım, bu adamlar acayip hızlı, acayip güçlü. Monte Carlo’da her şey ne güzelmiş…”
Devre arasına 2-0 geride girdik. Ferguson çok sinirliydi. “Ve SEN, Patrice!” diye bağırdı. “Sana bu kadar yeter. Şimdi yanıma otur ve izle. Belli ki İngiliz futbolunu öğrenmen lazım.” Kramponlarımı çıkardım, akan kanları temizledim. Maçı 3-1 kaybettik. Gerçekten moralim çok bozulmuştu.
Birkaç ay sonra Fransa 2006 Dünya Kupası kadrosunu açıkladı. Takım arkadaşlarım Louis Saha ve Mikael Silvestre takımdaydı, ben çağrılmamıştım. Bu sefer moralimi bozmadım – acayip tepem atmıştı. O yazı spor salonunda geçirdim, takım arkadaşlarımın Fransa’yı finale taşıyışını izledim. Final! Hayal edin! Benim de orada olmam gerektiğini biliyordum!! Ciddiyim, her şeyi yakıp yıkmak istedim. Deli gibi antrenman yapıyordum. Daha büyük ağırlıklar, daha çok tekrar. Daha çok acı… O yaz tatile bile çıkmadım.
United’da oynamanın ne gerektirdiğini anlamamıştım. Kendimi önemli bir oyuncu sanıyordum, ama United her şeyden daha büyüktü. Beşinci ligden bir takımla oynayacağımız kupa maçına bile 76.000 kişi gelirdi. Monaco’da 6.000 kişiye oynardık. O kadar sessiz olurdu ki tribünlerde çalan telefonun sesini duyabilirdiniz. Şaka değil.
United’a sezon öncesi hazırlık kampı için döndüğümde daha güçlü ve hiç olmadığım kadar hızlıydım. Ondan sonra, pufft… Beni durduramazlardı. O City maçı için United’daki en önemli anım dememin sebebi bu. O tecrübeye ihtiyacım vardı, hiç kimse olduğumu hissetmeye ihtiyacım vardı. Çok sıkı çalışmam gerektiğini anlamamı sağlayan işte o maç oldu.
Sanırım kişiliğimi United’da buldum. Şöyle açıklayayım. Maçtan önce soyunma odasına girseniz “Bu mümkün değil.” dersiniz. Bizi şarkı söyleyip dans ederken bulursunuz. Ben DJ’lik yapıyorumdur; rock da çalarım, rap de, R&B de. Ferguson içeri girdiğinde “Bu ne biçim müzik?” der ve ben de onun için biraz Sinatra çalarım. Tam bir parti ortamı. Ama maç anı geldiğinde patron boğazını temizler ve sanki biri bir düğmeye basmış gibi her şey değişir. Müzik durur. Konuşmalar biter. Birbiri için ölmeye hazır savaşçılara dönüşürüz. Bu değişim müthiştir. United’daki profesyonellik ve karakter böyle bir şeydi. Eğlenirdik, ama çalışma zamanı geldiğinde, çalışırdık. İşte benim genlerimde de bu var. Tamamen uyuşuyoruz. Kulübe içtenlikle bağlı olma sebebim budur.
Öyle bir an geldi ki kendimi kulübe o kadar adamıştım, United’da o kadar zaman geçiriyordum ki aile ilişkilerimi etkiledi. ‘Evet belki de çok ileri gittim’ diye düşünmüştüm. Taraftarın taşıdığı şu pankartı bilir misiniz?
UNITED ÇOCUKLAR EŞİM
BU SIRAYLA
Eğlenceli bir şey. Ama gerçekten United’da başarılı olmak için böyle yapmanız gerekiyor. Bu kulüp için oynamak, beraberinde çok büyük bir sorumluluk da yüklüyor. Mesela United’a geldiğimde yaptığım ilk şeylerden biri gidip bir sürü DVD alıp kulübün tarihini öğrenmekti. Bir yere gittiğinizde kulübün hikayesini bilmeniz gerekir çünkü o hikayeyi devam ettirecek olan sizsiniz.
2014 yılında United’dan ayrılmak, hayatımda aldığım en zor karardı. Başka bir zaman daha fazlasını da anlatırım ama size şimdilik şu kadarını söyleyeyim; futbolu United’da bırakmak isterdim. Ama bir kere ayrılmaya karar verdim artık ve Juventus’a katıldığım için çok mutluyum. Juve’deki o 18 ayım bana United’da oynamanın tatil gibi olduğunu düşündürttü. O kadar çok koştuk ki. Maçı gol yemeden tamamlardık, rakibe çok fazla korner fırsatı verdiğimizi söylerlerdi. Ligi en yakın rakibimizin 15 puan önünde kazandıktan sonra Torino’ya kaybettik ve ertesi gün antrenman sahasında herkes sanki biri ölmüş gibiydi. Bir antrenmanda Claudio Marchisio kustu ve durması gerekmişti. Antrenman bittikten sonra herkes sahadan çıkıyordu ama antrenörler Marchisio’yu durdurdu. “Hayır hayır, yaptığın işi bitirmek zorundasın.” Adam hastaydı ama antrenmanı tamamladı. Juventus buydu. Ama dostum, United… United farklıydı. United … United, bendim.
Juve’den ayrıldıktan sonra kazanma kültürünün olduğu bir yerde olmayı özledim. Şimdi 38 yaşımda olduğuma göre artık bırakma zamanının geldiğini hissediyorum.
Tek amacım olabileceğim en iyi insan evladı olmak. Belki bunu söylememem gerekir ama Senegal’de iki barınak açtım. Bu barınaklar sayesinde 400’den fazla sayıda çocuk iyi beslenip okula gidebiliyor. Kariyerimin en büyük başarısı budur. Video çekmeye ve “Hastasıyım bu oyunun” demeye devam edeceğim, çünkü mutluluğumu sizinle paylaşmak istiyorum. Biri bana “Ah Patrice, babamı kaybettim, ama senin videolarını izlemek beni gülümsetiyor,” dediğinde ne kadar minnettar hissettiğimi size anlatamam. Ki bu da konuyu pandaya getiriyor. Bazı videoalarımda bir pandayla takılıyorum ya da bizzat kendim panda gibi giyiniyorum. Dans ediyorum, şarkı söylüyorum ya da her ne yapıyorsam sonunda; “Panda gibi olun. Bakın ben siyahım, beyazım, Asyalı ve tombişim. Irkçılığa hayır deyin!”
Bu güçlü bir mesaj. Pandanın insanların hepimizin aynı insanlar olduğumuzu, dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için hepimizin bir şeyler yapması gerektiğini anlamalarını sağlayacağını umuyorum. İnsanları kilolarına göre, ten renklerine göre, saçlarına ya da gözlerine göre yargılamayın. Hepimiz insan evladıyız, kardeşiz. Biz büyük bir aileyiz.
Panda, bana 2008’de Moskova’da Chelsea karşısındaki Şampiyonlar Ligi finali öncesi yaptığı konuşmayı hatırlatıyor. Soyunma odasındaydık ve patron içeri girdi. Her zaman olduğu gibi müzik durdu. Çıt çıkmıyordu. Sonra Ferguson “Ben zaten kazandım…” dedi. Hepimiz birbirimize baktık. “Ben zaten kazandım. Bu maçı oynamamıza gerek bile yok.” Hepimiz ‘Ne diyor bu adam? Daha maç başlamadı bile’ olmuştuk. Sonra Ferguson bana döndü. “Patrice’e bakın,” dedi. “24 kardeşi var. Annesinin sofraya yemek koymak için neler yapmak zorunda kaldığını bir düşünün…” Sonra Wayne Rooney’e döndü. “Wayne’e bakın. Liverpool’un en acımasız, en zorlu yerlerinden birinde büyüdü.” Sonra Park Ji-sung’a döndü; “Ji’ye bakın. Ta Güney Kore’den buralara geldi…” Patron geçmişlerimiz hakkında bizimle konuştukça onun arkadaşlığımızdan-dostluğumuzdan bahsettiğini anladık. Biz sadece bir futbol takımı değildik, biz dünyanın dört bir köşesinden, bambaşka kültürlerden, ırklardan, apayrı inançlardan gelen insanlardık. Ve şimdi burada, Moskova’daki bu soyunma odasında, ortak bir amaç uğruna mücadele ediyorduk. Futbol sayesinde kardeş olmuştuk. “İŞTE BU benim zaferimdir!” dedi Ferguson. Tüylerimiz diken diken olmuştu. Çıktık ve Şampiyonlar Ligi’ni kazandık. İşte Manchester United budur. İşte bu yüzden, hastasıyım bu oyunun.”
Bu yazı, Patrice Evra tarafından The Players Tribune için yazılmıştır. Metnin orijinalini buradan okuyabilirsiniz.
* : Okumuş olduğunuz çeviri metnin başlığı, Kaan Kural‘ın Mavi Ağaç Yayınevi tarafından yayımlanan aynı isimli kitabından alınmıştır.