İngiltere ve Manchester United’ın genç yıldızı Marcus Rashford’un kendi anlatımıyla, genç yaşta milli takıma uzanan kariyeri, çocukluk yılları, Rooney hayranlığı, milli takım formasıyla ilk maçında hissettikleri, Avrupa Şampiyonası deneyimi, İzlanda maçında takım halinde yaşadıkları hüsran
*Marcus Rashford’un kendi imzasıyla 20.03.2017 tarihinde The Players’ Tribune’de yayımlanan metnin orijinali için tıklayınız.
Manchester’da büyürken ailemde bir rekabet süregeliyordu. Yılbaşında, doğum günümde veya herhangi bir zamanda bana hediye aldıklarında, her zaman kalbime giden yolu biliyorlardı: En yeni futbol forması.
Manchester’daki aileler bölünmüş olabilir. En azından benimki öyleydi. Ailemin yarısı United’ı desteklerken, diğer yarısı City taraftarıydı. Anlarsınız ya, aslında o formalar hediyelerden daha fazlasıydı. Özellikle büyüdükçe ve futbolumu ilerlettikçe, amcalarım bana en yeni kırmızı veya mavi formayı alarak beni kendi taraflarına çekmeye çalışırlardı. Bu aile içindeki bir şakaya dönüşmüştü.
Bir forma vardı, o formayı aldığım günü unutmam. O forma, United’ın veya City’nin değildi.
Bir akşam, kardeşlerimle top oynamaktan dönmüştüm. Amcam oradaydı ve benim için bir hediyesi vardı.
Bir diğer forma.
Bir diğer kırmızı forma. Tam bir United taraftarıydı ne de olsa.
Formayı aldım ve şöyle bir baktım. O an bunun farklı bir forma olduğunu anladım. Göğüs kısmının solunda, üç aslanlı ve bir altın yıldızlı bir arma vardı.
İlk İngiltere formam.
Hemen çevirip arkasına bir numara işlenmiş mi diye baktım. (Bu her zaman önemli bir mesele olmuştur.)
9
Ve hemen üzerinde…
ROONEY
90’lardaki Alan Shearer’lı, Teddy Sheringham’lı İngiltere kadrosunun kıymetini bilmek için fazla gençtim. Dolayısıyla benim için her şey Rooney’le ilgiliydi. İngiltere Milli Takımı’na dair ilk anılarımda ileri uçta o ve Owen vardı. Ben ve kardeşlerim Dwaine ile Dane, her zaman İngiltere maçlarını birlikte izlerdik.
Ardından, 8 yaşımdayken amcam bu Rooney formasını hediye etti. Her çocuk top oynarken giydiği formanın üstünde yazan adı yazan kişinin adımlarını takip etmek ister.
Ben de bir forvettim ve o günden sonra tıpkı Rooney gibi olmak istiyordum. Onun gibi İngiltere için oynamak istiyordum.
Manchester’da büyüdüğümüz yerle ilgili hatırladığım bir diğer şey, futbol oynadığımız parkın işlek bir yolun karşısında yer aldığıydı. Eğer Dwaine ve Dane çoktan futbol oynamaya çıkmışsa, annem asla tek başıma yolun karşısına geçip onlara katılmama izin vermezdi.
“Burada beklemek zorundasın Marcus,” derdi. “Burada bekle.”
Anlamıyordu.
Parkta veya değil, şartlar beni futbol oynamaktan alıkoyamazdı. Üzerinde kalıcı kalemle adımın yazılı olduğu bana özel bir futbol topum vardı. Onu alıp duvarlara vurur veya koridorda oynardım. Nerede olursa, benim için hiç fark etmezdi.
Elbette en güzeli kardeşlerimle parkta oynadığım günlerdi. Kendimden daha büyük çocuklara karşı mücadele etmekten hoşlanırdım. Bazen yaşadığımız sosyal konutların önündeki yeşillik alanda maçlarımız olurdu. Bu alanın evlerle çevrili olması çok iyiydi. Çünkü ne zaman oraya gitsek etrafta oynayan birkaç çocuğun daha olacağını bilirdik. Yağmurlu günlerde bile dışarıdaydık ki Manchester’da hava çoğunlukla öyledir. Fakat kendi hayal gücümüzde, Wembley’de İngiltere için ter döken Rooney, Owen ya da Rio Ferdinand olurduk.
Futbol oynarken ki hayallerimiz bizi birbirimize bağladı. Bahçede birlikte oynamak, kolay kolay yitiremediğiniz bir duygu. Bazılarımız keşfedilip akademilere çağrıldıktan ve ben Manchester United’a katıldıktan sonra bile, o çevredeki çocuklarla olan bağımız hala sürüyor.
Birçok insan, bir anda ortaya çıktığımı düşünüyor. Dürüst olmak gerekirse, şu son yıl her şey öylesine çabuk gelişti ki, bazen ben bile inanmakta güçlük çekiyorum. Geçen sezonki United antrenmanlarından birinde takım arkadaşlarım Euro 2016’ya gidecek milli takım kadrosuna seçildiğimi söylediler. Gerçekten inanamadım. Şaka yaptıklarını sandım. Manchester United’la ilk maçıma henüz sadece aylar önce çıkmıştım.
Soyunma odasına doğru giderken Phil Jones yanıma geldi ve “Sana söylüyorum dostum, Fransa’ya gidiyorsun.” dedi.
Binaya girdiğimde, çalışanlardan bazıları da aynı şeyi söylediler. Dolabımdan cep telefonumu çıkardığımda arkadaşlarım, kardeşlerim ve annemden mesajlar vardı. Hepsi aynı şeyi müjdeliyordu: İngiltere Milli Takımı.
O an coşkulu fakat biraz da şaşkındım. O zamanki teknik direktörümüz Louis van Gaal yanıma yaklaştı.
“Biraz konuşalım mı?”
Ne düşüneceğimi bilmiyordum. Yani 21 Yaş altı milli takımı için oynamayı bekliyordum ancak bana söylediği muazzam bir şeydi.
“Milli takımdan aradılar,” dedi. “Git ve tadını çıkar.”
Bu kadar. Fransa’ya gidiyordum.
Milli takımdaki ilk maçınıza kadar geçirdiğiniz her gün ve gece, nasıl olacağını hayal etmeye çalışmaktan kendini alamazsınız. Tekrar tekrar hayalinizde canlandırırsınız. Sahayı, soyunma odasına girdiğiniz anı düşünürsünüz.
Fakat neyi bekliyor olursanız olun, hiç de düşündüğünüz gibi çıkmaz.
Bundan çok daha iyidir, hayallerinizin ötesindedir.
Geçen mayıs ayında, Avustralya ile oynayacağımız dostluk maçı için soyunma odasına girdim. Her oyuncunun dolabına asılmış formalara göz gezdirdim. Benimki için bakındığımı hatırlıyorum ve onu gördüm.
Kırmızı forma. Sol göğüs kısmındaki arma. Üç aslan. Bir altın yıldız.
Formayı çevirdim.
9
Ve hemen üzerinde…
RASHFORD
Gülümsedim ve kendi kendime dedim ki: Daha fazla hayal etmek yok. İngiltere için oynuyorsun.
Henüz maçın 3. dakikasında İngiltere için ilk golümü kaydettim. Bunu nasıl tarif edebilirim ki? İmkansız gibi geliyor.
Topun filelerle buluştuğu an kafanızda havai fişekler patlıyor gibi. Bir yandan bu anı kaybetmemek istiyorsunuz, bir yandan da tekrarlamak için can atıyorsunuz.
İkinci yarıda unutamayacağım bir an daha yaşadım. 19 numara oyuna dahil oldu ve bir anda İngiltere için oynarken sahayı Rooney ile paylaşıyordum.
Muazzam.
Rooney takımımızın ikinci golünü attığında da hala sahadaydım. Sosyal konutlardaki yeşillik alanda veya televizyon karşısında değil.
Onun tam yanındaydım.
Bu çok özeldi.
İkimize dair yapılan kıyaslamaları duyuyorum. İnsanların benden beklentilerini biliyorum. Kendi adıma, ben sadece yapabileceğim her şekilde oyunumu geliştirmeye odaklanıyorum. Rooney’in etrafında olmak ve onunla çalışmak bunu yapabilmem için harika bir ortam sağlıyor.
Bana oyun hakkında çeşitli tavsiyeler veriyor. İçinde bulunduğu pozisyonlar, başa çıkması gereken durumlardan söz ediyor. Wayne ile Manchester adına çıktığım ilk maçtan sonra tanıştım. O sırada sakat olmasına rağmen maçtan sonra soyunma odasını kadar gelip beni tebrik etmişti. Küçük bir jest gibi görünebilir fakat benim için çok daha fazlasıydı.
Dürüst olmak gerekirse Wayne’leyken işler böyle yürür. O son derece rahat bir adamdır.
Bana sadece çıkıp oynamamı söyler: “Kendini gergin hissetme. Kendi oyununu oyna ve sahada özgür ol.”
Wayne böyledir. Çok şey söylemesine gerek kalmaz. Fakat sizin yeni yeni aşındırdığınız yollardan defalarca geçmiştir ve tam olarak o an duymaya ihtiyacınız olan şeyi söyler. Avrupa Şampiyonası’nda İzlanda’ya elendiğimizde büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştık. Maçtan sonra hepimiz, ne düşüneceğimizi bilmeyerek öylece soyunma odasında oturup kalmıştık. Ardından Wayne ayağa kalktı ve tek bir şey söyledi.
“Başınızı dik tutun. Gelecekte savaşacak daha çok şeyimiz var.”
Bunu her birimizin yanına gidip gözlerimizin içine bakarak tekrarladı.
“Başını dik tut. Geleceğe bak.”
İşte şimdi olduğumuz yer. Başımız dik ve geleceğimiz için savaşıyoruz. Genç olduğumu biliyorum, zaten bütün kadro oldukça genç. Fakat elimizdeki zamanda tarih yazmak istiyoruz. Biliyoruz ki, insanlar takımımızı kazandığımız kupalarla değerlendirecek.
Ülkemizi tekrar gururlandırmanın önemini anlıyoruz. Taraftarın bizden beklentisinin bu yönde olduğunun da farkındayız.
Kendim de şimdiden çeşitli engeller atlattım diyebilirim. Dünya Kupası Elemelerinin ilk maçlarında kadroya davet edilmedim. Fakat engelleri bekliyorsunuz ve onları aşmanız gerekiyor. O hafta 21 Yaş altı milli takımında 3 gol birden attım.
Başım dik. Geleceğe bakıyorum. Önce Almanya deplasmanındaki hazırlık maçında ve sonrasında Wembley’de, evimizde oynayacağımız yılın ilk Dünya Kupası Eleme maçında forma giymek için sabırsızlanıyorum. Bir çocukken hiç Wembley’in koltuklarında maç izleme şansım olmadı. Sadece annemin evindeki televizyonun ekranında görebildim. İngiltere için oynayacağımı hayal ettiğim gün, Wembley’in çimlerinde olacağım günü de hayal etmiştim.
Sonunda başardığımda ise düşlediğim gibi değildi.
Bundan çok daha fazlasıydı, hayallerimin bile ötesindeydi.
Sahaya çıktığımda zemine bakıp düşünmekten kendimi alamadım: Gerçekten harika, çimlerin tümü aynı boyda. Sosyal konutlardaki bahçeyle arasında dağlar kadar fark var.